Columnist Serif Yenen (Newspaper Columns by Serif Yenen)
Şerif Yenen’in 2006-2009 yılları arasında Akşam Gazetesi Akdeniz ekinde Rehber Gözüyle başlığı altında yazdığı köşe yazılarından derleme: Newspaper Columns by Serif Yenen
TURİZM POLİTİKALARI
Plansız Yatırımlarla Nereye Kadar?
Ailenizden kalma işlek bir anayol üzerinde iyi bir arsa var elinizde. Yıllardır ‘atıl’ duruyor. Burayı değerlendirmenin vakti geldi de geçiyor… Bunun için ilk aklınıza gelen, çevrenizden, gazeteden, dergiden, televizyonlardan çok iyi kazandırdığını duyduğunuz bir benzin istasyonu açmak. Konumu da müsait, şehirden çıkış kapısı denebilecek bir kavşakta.
Tüm hazırlıklarınızı yapıyor, sermayenizi belki de banka kredileri ile destekleyip işinizi kuruyorsunuz. Evet hayalinizdeki benzin istasyonu ‘para basmak için’ hizmette. Açılıştan sonraki ilk günler fena geçmiyor, satışlar istenilen düzeyde olmasa da idare eder. Eh buna memnunsunuz, çünkü yakınınızda başka bir benzin istasyonu daha var, ona 200 metre mesafede bir başkası daha. Neyse ki onlardan eksik hiçbir şeyiniz yok. Sizin de yoldan geçenlerin ihtiyaç duyabileceği ürünleri sattığınız bir mini marketiniz, seçkin mönülü bir restoranınız ve ücretsiz modern tuvaletleriniz var. Bu kadar rakip varken açılır açılmaz müşteri patlaması yaşayacak değilsiniz elbette. Bu arada boş durmayacak, rakiplerin müşterilerini çekmek için promosyonlar yapacaksınız.
Ancak maalesef zaman içinde fena olmayan mali durum, yavaş yavaş bozulmaya başlıyor. Ne promosyonlar, ne yeni araba yıkama sistemleri işlerinizi düzeltmiyor. Önceleri düşük meblağlarda da olsa benzin alıp, marketinizden ufak tefek alışveriş yapan yolcular sanki artık sadece ücretsiz tuvaletinizi kullanmak için istasyonunuza uğrar olmuş. Hatta ilerleyen zamanlarda para kazanmak için bu tuvaletleri ücretli yapmak zorunda bile kalmışsınız. Ama ne yapsanız nafile, doğru olduğuna emin olduğunuz yatırımınız size gelir getirmemiş, aksine elinizdeki avucunuzdakileri tüketmiştir.
İşte bu ‘benzin istasyonu öyküsü’ bugünkü Türk turizminin içinde bulunduğu ya da çok yakın gelecekte bulunacağı duruma çok benziyor. Eşi bulunmaz güzellikteki ülkemizde turizm yatırımları katlanarak artıyor. ‘Çok kazandıran sektör’ turizmin cazibesi bizi büyülüyor. Hatta altyapısı olup olmadığına bakmadan denize yakın her araziye otel yapacak kadar işi ilerlettik. Çok yakında Antalya sahillerinde otellerden adım atacak yer kalmayacak.
Otellerimiz yaz sezonunda 3-5 ay yakaladığı yüksek dolulukla daha ne kadar ayakta kalabilecek, kimse bilmiyor. Evet, milyonlarca turist geliyor, yiyor, içiyor, eğleniyor, kirletiyor ve gidiyor… Aynen yukarıda anlattığımız benzin istasyonu öyküsünde olduğu gibi… Kişi başı 600-700 dolara düşen turizm geliri bu dev yatırımları daha ne kadar ayakta tutacak kimse bilmiyor. Benzin istasyonunun bir sahibi var, kâr-zarar hesabını yapıp adımlarını ona göre atarak toparlanma şansına sahip. Oysa Türk turizminin bir sahibi yok; ülke kaynaklarının tüketilmesine dur diyecek bir politikası yok. Turizm, kişisel çabalar, ticari kaygılar doğrultusunda bir başıboşluk içinde yönlendiriliyor. Çok yakında bir gün “Biz ne yaptık!” diyeceğiz ancak geri dönmek için artık çok geç olacak.
Hep Aynı Dilekler, Sorun Nerede?
2005 yılında turist sayısında önemli sayılabilecek artışlar yaşandı, bu Türk turizmi için kuşkusuz iyi bir gelişmeydi, ancak önceki yıllarda olduğu gibi daha çok kitle turizmine yönelik bir artış söz konusuydu. Kültür turizmi bu olumlu gelişmeden ne yazık ki yeterince pay alamadı, dolayısıyla turist rehberleri de.
2006 Yılı ise turizm açısından kayıp bir yıl olarak kayıtlara geçti. 2007’de yeniden hareketlenme başladı.
Peki turizmdeki en büyük hatamız nedir? Bugüne kadar sürekli turizm politikaları olmayan ülkemizde, her gelen Bakanla değişen politikalar yüzünden devamlılık sağlanamaması yüzünden mi? Turizmin hep kişisel çıkarlar ve günü kurtarma mantığıyla icra edilmesi nedeniyle mi? Yatırımların gelişigüzel bir biçimde alıp başını gitmesi, sahillerimizin beton yığınlarına dönüştürülmesi; kitle turizmine gereğinden fazla yüklenilerek, kültür turizminin unutulması mı sebep? Yoksa tanıtım ve pazarlama stratejilerimizin doğru belirlenememesi mi? Yukarıda sorduğumuz soruların tek bir yanıtı yok. Yanıtların toplamının ortaya çıkardığı manzara Türkiye turizminin bugünkü durumudur. Plansız programsız turizm yapmaya çalışmanın acısını çekiyoruz.
Turizmde hedeflerimize ulaşmak için öncelikle, tanıtım, pazarlama ve lobi çalışmalarımızı arttırmalıyız. Kültür ve Turizm Bakanlığı, kamu, yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri ve özel sektörün yapacağı işbirliği önemlidir. Özellikle Bakanlığın ve yerel yönetimlerin turizmcilere maddi ve manevi destekleri, destinasyonların tanıtımı ve pazarlanması söz konusu olduğunda büyük önem taşıyor. Çünkü turizm sektörü kurumlarının kısıtlı bütçeleri, gerçekleştirecekleri faaliyetlerle karşılaştırıldığında çoğu zaman engel olarak önlerine çıkıyor. Yurtdışı fuarlarda stand açarken, ülke ülke gezerek tur operatörleriyle toplantılar yaparken, uluslararası boyutlarda etkinliklere katılırken turizmcilerimiz zorlanıyorlar. Otelcilerin, acentecilerin ya da rehberlerin meslek birliklerinin aidatlarıyla bu çalışmaların altından kalkmak mümkün değil. Çoğu zaman bütçe yetersizliği nedeniyle ne yazık ki pek çok faaliyet gerçekleştirilemiyor.
Turizmde yaşanan talep daralması uzun yıllardır izlenen gelişigüzel politikaların, daha doğrusu ‘politikasızlıkların’ sonucu olarak ortaya çıktı. Sürdürülebilir turizm çağrısı veya uyarısı yapanların söylemlerini destekleyen gelişmeler bunlar. Kısa vadeli günü kurtarma çabaları ve bunların olumlu sonuçlarının uzun vadeli gerçek gelişmeler gibi yorumlanması yatırımcıları, operatörleri ve yetkilileri yanlış yönlendirdi. Bu yüzden kitle turizmine gereğinden fazla yüklenen Türkiye, gelen turist sayısını arttırma hevesi yüzünden turizmden elde ettiği getiriyi kalıcı kılmakta zorlanıyor.
Gelen turist sayısını yükseltmek uğruna birbiri ardına yapılan plansız yatırımlar kültürel yozlaşmadan tutun, çevre kirliliğine kadar bir çok sorunu beraberinde getirirken, sektör temsilcilerinin ayaklarını yere sağlam basmalarına da engel oluyor. Kuş gribi, karikatür krizi, papaz cinayeti gibi olaylar karşısında hemen kan kaybetmeye başlayan sektör, onarılması zor yaralar alabiliyor. Binlerce yatak kapasitesine sahip dev tesisler krizler karşısında odalarını nasıl dolduracaklarının derdine düşünce, ister istemez yanlış politikalara yöneliyor. Rakip ülkelerle rekabet etmenin en basit yolu olan fiyat kırma politikasına sarılan turizmciler, sosyal, ekonomik ya da politik etkenler nedeniyle çekemedikleri turisti ucuz fiyatlarıyla çekmeye çalışıyor ve yanlışlar zinciri birbirini kovalıyor. Böyle olunca da Türk turizmi hak ettiği konuma bir türlü gelemiyor, böyle giderse gelemeyecek de.
Türkiye, eşi bulunmaz tarihi dokusu ve zengin doğal kaynakları ile dünyada turizm ürünleri açısından oldukça geniş bir yelpazeye sahip ülkeler arasında yer alırken, bunları turizm ürünü olarak ön plana çıkaramamıştır. Kitle turizmiyle birlikte kültür turizmine odaklı pazarlamaya ağırlık verseydik, krizlerden bu kadar çok etkilenmezdik. Çünkü kültür turizmi ülkemizin dünya konjonktüründe hak ettiği yeri almasına ve ülkemize yönelik önyargıların kırılmasında etkin rol oynayabilecek başlıca turizm çeşididir. Meraklı, vazgeçmeyen ve ısrarcı bir müşteri kitlesi vardır. Elimizde böyle büyük bir koz olduğu için çok şanslıyız ama henüz gerektiği gibi değerlendiremiyoruz.
Takvimsiz Stratejik Plan Olur mu?
Turizmcilerin, uzun yıllardır beklediği, özellikle de turizm yatırımcılarının her fırsatta dile getirdiği ‘master plan’ gereksiniminden yola çıkılarak Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hazırlanan ‘Turizm Stratejisi 2023’ belgesi, tam 262 sayfadan oluşuyor. Bol bol istatistiksel bilgilerin sunulduğu, sektörün sorunlarının belirlendiği, ülkesel ve küresel bazda turizm analizlerinin yapıldığı, turist çektiğimiz pazarların yapıları hakkında ayrıntılı incelemelerin yer aldığı bu çalışmada, Türk turizmi için vizyon, amaç ve hedefler belirlenerek bir eylem planı oluşturulmaya çalışılmış. Bu son derece sevindirici bir gelişme. Çünkü turist rehberleri olarak biz, Türk turizminin bugün gittiği, daha doğrusu sürüklendiği yönden hiç hoşnut değiliz. Bugüne kadar sürekli ve istikrarlı turizm politikaları oluşturulamayan ülkemizde, her gelen Bakanla değişen politikalar yüzünden devamlılık sağlanamadı. Yatırımlar, plansız ve programsız olarak devam etmekte, sahillerimiz beton yığınlarına dönüşmekte, doğaya ve çevreye saygılı turizm ilkelerinden ödünler verilmekte. Uzun vadeli bir turizm politikasına acilen gereksinim duyduğumuz çok açık.
İşte bu yüzden “Türkiye Turizm Stratejisi 2023” taslak planıyla ilgili öncelikli dileğimiz, hayata geçme aşamasında hiçbir aksaklığa izin verilmemesini sağlayacak düzenlemelere gidilmesidir. Siyasi kadroların değişmesi ile bu planın da değişikliğe uğramasının ya da askıya alınmasının yolu bir şekilde tıkanmalıdır.
Bu çalışmayı Türk turizminin planlanması yönünde atılmış önemli ve olumlu bir adım olarak görmemizin yanı sıra eleştirdiğimiz noktalar da var. En büyük eksikliklerden biri, turistik yatırımlarda altyapı çalışmalarının gerekliliği üzerine yeterince vurgu yapılmaması ve zaman planlanması konusunda açık ve net ifadelerin yer almamasıdır. Bir eylem planı oluşturulmuş, projeksiyonlar sunulmuş ve öneriler getirilmiştir, ancak bir takvim oluşturulmamıştır. Çok basit bir örnek vermek gerekirse; ‘Türk Turizminin Sorunları’ bölümünde dile getirilen; Türkiye Rehberler Birliği Yasası’nın gerekliliğine vurgu yapılmasına karşın yasayla ilgili kesin bir tarih verilmemiştir. Strateji Taslak Planı’nda yasamızın çıkması doğrultusunda görüş bildirilmesinin yeterli olmadığını düşünüyor ve kısa vadeli net bir takvimin de ortaya konmasını diliyoruz. Yoksa bu çalışma iyi bir temenni olmaktan öteye gidemez. Newspaper Columns by Serif Yenen
Taslakta belirlenen yeni Turizm Gelişim Bölgeleriyle ilgili de çekincelerimiz var. Yatırım yapma hızı ve bölgelerin turizm taşıma kapasitelerinin belirlenmesi için öncelikle o bölgelere ait bilimsel altyapı çalışmaları gerçekleştirilmelidir. Yine taslak planda bu yatırımların hangi zaman diliminde yapılacağına ilişkin bir takvim sunulmamıştır. Zaman planlaması olmadan yeni turistik tesisler yapmanın o bölgelerde büyük ‘dejenerasyonlara’ neden olabileceğini düşünüyoruz. Bizce öncelikle o bölgelerin turist ağırlama kapasiteleri saptanmalıdır, zira altyapı çalışması gerçekleştirilmeden bir yörenin turizm destinasyonuna dönüştürülmesinin sonuçları ağır olabilir.
Turizmde Ortak Hareket
Bize göre, turizmin sorunları bir bütündür. Bu nedenle sektör kuruluşları kendi içlerindeki en önemli bir veya birkaç sorunu belirleyip, kendi çözüm önerilerini sunmalıdır. Rehberler, otelciler, acenteciler, havayolu şirketleri, vs. hepsi kendi öncelikli konularını gündeme getirmeli, bu çerçevede ortak konular belirlenmeli ve bu sorunlara aynı anda çözüm yolları aranmalıdır.
Örneğin, Türk turizminde uygulanan KDV ve ÖTV oranlarının düşürülmesi ve istihdam maliyetlerini azaltıcı düzenlemelerin gerçekleştirilmesinin turizm yatırımcılarının sorunlarına çözüm olabileceği belirtiliyor. Bu talepleri desteklememek mümkün değil. Rehberler olarak biz de bir meslek yasamız olmadığı için sosyal güvence ve iş güvenliği konularında büyük sıkıntı içindeyiz.
KDV ve ÖTV indirimlerinin gerçekleşmesi, tur operatörlerine ve uçak şirketlerine devletin destek olması durumunda Türkiye’ye gelen turist sayısı belki hemen artmayacak, ancak sektörün hizmet kalitesinde yükselme olacak, Akdeniz çanağındaki rekabet gücü artacak, turizmci geleceğe artık daha güvenle bakacaktır. Rehberlik Meslek Yasası’nın çıkması durumunda ise, çalışma şartları iyileşen turist rehberinin “Türkiye turizm zenginliklerinin değerlendirilmesine” katkısı daha da artacak, bundan da sürdürülebilir turizm kazançlı çıkacaktır.
Tüm bu saydığımız sorunları aynı anda çözmeyi başarırsak veya başlangıç olarak ortak bir-iki konuyu çözüme ulaştırabilirsek turizmde bir iyileşme hareketi başlayacaktır. Bir sektörün sorunları ancak, o sektörün tüm birimlerinin biraraya gelmesi ile çözülebilir; tek vücut olmak çözüme giden yolu kısaltacaktır.
Kültür ve Turizm Bir Bütündür
Türkiye’nin hem kültür hem de turizm için belirleyeceği strateji birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Ülkemiz koşullarında turizm olmadan kültür, kültür olmadan da turizm olmaz.
Bir ülke, ister dünyanın en değerli tarih ve kültür varlıklarına sahip olsun, ister en güzel sanatsal etkinliklerini gerçekleştirsin; bunları koşullar elverdiğince çok sayıda insanla paylaşmadığı sürece başarı elde edemez. Bu paylaşımları sağlamak turizm etkinlikleri ile olanaklıdır. Dünyanın en güzel antik kentinde, en gelişmiş sistemlerle yapılan kazılardan çıkarılan tarihi eserleri tüm dünya ile paylaşmazsanız; elde ettiğiniz bulgular sadece kitap sayfalarında ve makalelerde kalmaktan öteye gidemez. Günümüzde kazılardan çıkan tarihi eserleri neden müzelerde sergiliyoruz, mümkün olduğunca fazla sayıda insanın bu eserleri görmesini sağlamak için neden çaba sarf ediyoruz? Çünkü ne kadar çok ziyaretçi gelirse o kadar çok bilgi paylaşımı gerçekleşiyor.
Kültür ve turizm kavramları bu kadar içiçeyken, beraber yönetilmesinde de bir sakınca yoktur, önemli olan her ikisi için de doğru politikaların belirlenmesidir.
Yıllardır zaman zaman kendini gösteren iki Bakanlığın ayrılması tartışmasını bir yana bırakarak öncelikle kültür ve turizm alanında Bakanlığın elinde tuttuğu ve tutmakta ısrar ettiği bazı yetkilerin sivil toplum kuruluşlarına veya sektör temsilcilerine devredilmesi konusunu gündeme getirmek gerekir. Bakanlığın bugünkü haliyle bu kadar önemli iki alanda icraat yaparken yetersiz kalması tüm yetkileri tek elde tutmasının sonucudur. Kültür ve turizmin tek elden yürütülmeye çalışılması ve bürokrasinin hantal yapısı icraatların yavaş ilerlemesinin ana nedenidir. Sorunların çözümü için Bakanlıklar üstü bazı yetkilerle donatılmış bir Turizm Üst Kurulu kurulmalı, ve bu kurulda kamu ve özel sektör dengeli biçimde temsil edilmelidir. Kültür ve Turizm Bakanlığı, bir orkestra şefi gibi davranmalı, kurumlar arası uyumu sağlayıcı bir yapıya bürünmeli, böyle bir üst kurulun kurulmasının önünü açmalıdır. Böylelikle yıllardır Bakanlığın raflarında bekletilen projelerin yaşama geçiş süreci kısalabilir ve turizmin geleceği için daha parlak projelere imza atılabilir.
TBMM’de Turizmciler Görmek İstiyoruz
Günümüzde yaklaşık 40 sektöre girdi sağlayan turizm sektörü, ülke ekonomisi için çok önemli. Turizm gelirlerinin ülke ekonomisine katkısı özellikle dış ticaret gelirleri açısından büyük önem taşıyor. Dış ticaret gelirlerimizin yaklaşık yüzde 15-20’si turizmden karşılanıyor. Turizmin cari açığın dengelenmesi konusundaki rolü de önemli. Öte yandan Türkiye, turizm sektöründeki başarısını dünya sıralamasında ilk ona girerek perçinledi.
Turizmde böylesine büyük başarılar elde etmemizin temelinde şüphesiz zengin tarihi ve kültürel varlıklarımız ile eşsiz doğal güzelliklerimiz yatıyor. Ancak turizmde başarı elde etmek için pazarlamada sadece var olan zenginliklerimizi kullanmak bir noktaya kadar yeterli olabiliyor. Önemli olan turizmde sağlıklı politikalar üreterek bu başarının kalıcı olmasını sağlamak. Türkiye’nin turizm politikası uzun yıllardır ‘kitle turizmi’ anlayışına dayandırıldığı için, 1980’li yıllardan itibaren kapasite üstü kullanımlar, turizm hareketlerinin belli kıyı ve bölgelerde yoğunlaşması ile çevresel değerlerin kalitesinde bozulmalar meydana gelmesine neden oldu. Sürdürebilir turizm politikaları üretemediğimiz için kaynaklarımız neredeyse tükenme noktasında. Turizmin planlanması ve sağlıklı yönetilmesi konusunda oldukça zayıfız.
Bugüne kadar iktidara gelmiş bütün hükümetler turizme büyük önem verdiklerini her fırsatta dile getirmelerine rağmen sürdürülebilir turizm politikaları uygulama konusunda yeterince etkin olamadılar. Bunda turizmle hiç ilgisi olmayan kişilerin karar verici noktalarda olmasının rolü çok büyük. Başbakan’ın bir turizm danışmanının bile bulunmadığını düşünürseniz durumu anlamanız kolaylaşır. Turizm sektörünün meslek kuruluşlarından birinin, TUREB’in Başkanı olarak Ankara’da yaptığım görüşmelerde sorunların kaynağını yerinde inceleme fırsatı bulmaktayım. Turizm sektörüne ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda çalışmaya başladıktan sonra aşina olan yetkililerle ne yazık ki çok mesafe alamadık. Sektör temsilcileri ile Bakanlık arasında zaman zaman tırmanan tansiyonun nedenlerinden biri de bu. Birbirini anlamayan iki tarafın aynı masada oturması sorunların çözümünü yavaşlatıyor, bazen de olanaksızlaştırıyor.
TBMM’ye daha fazla turizmden anlayan veya turizme aşina milletvekilinin girmesi gerekiyor. Turizmin ülke ekonomisindeki büyük payı düşünüldüğünde bu kaçınılmaz bir zorunluluk olmalıdır. Hatta bence, parti programlarına turizmle ilgili somut maddeler koymayan partilere turizm yörelerinden oy gitmemelidir. Artık turizmin parti programlarında hak ettiği şekilde yer alması gerekiyor.
Biz siyasilerle turizmcilerin seçim sürecinde de çok fazla iletişim kuramadığını düşünüyoruz. Evet turizmin önemine ilişkin açıklamalar yapılıyor ama somut önerilere rastlamak güç. Örneğin, hala hangi partinin turizmde nasıl bir politika izleyeceğine dair bir fikrimiz yok. Oysa parti programlarında turizme geniş yer ayrılması, politikalar oluşturulurken turizm sektörü profesyonelleri ile toplantılar yapılması, fikirler alınması, hatta akademik çalışmalar yapılması gerekmez mi? Madem ki günümüzde dış ticaret gelirlerimizin yaklaşık yüzde 15-20’si turizmden karşılanıyor, bu sektörden daha fazla verim alınması için yeni yöntemler geliştirilmesi doğru olmaz mı?
Sektör meslek örgütleri olarak, geçen hükümetler döneminde turizmden anlamayan yetkililer nedeniyle sorunlarımıza çare bulmakta çok zorlandık. Derdimizi anlatacak muhatap bulamadığımız günler oldu. Muhatap bulduğumuzda da birbirimizi anlayamadığımız zamanlar yaşadık. Turizm sektörüne ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda çalışmaya başladıktan sonra aşina olan yetkililerle iletişim kurmanın zorluğunu iyi biliyoruz. Dileriz benzer sıkıntılar yaşanmaz artık.
Türkiye’nin turizm sektöründeki başarısını kalıcı hale getirmek için siyasi partilerin desteğine ihtiyacımız var. Siyasi partilere her kanaldan seslenmek gerek: Parti programlarınızı hazırlarken lütfen milyonlarca insanın ekmek yediği bu sektöre, uzmanların gösterdiği yol doğrultusunda daha fazla yer verin. Sürdürülebilirlik ilkelerinden uzak anlayışlara artık dur diyelim! Ülkemizin güzelliklerini beton yığını haline getirmeyelim.
Siyasi partilerin programlarında turizme ne kadar ve nasıl yer verdiklerine örnek olarak 2007 seçimleri için partilerin hazırladıkları beyannameleri inceledik. İşte sonucu:
AKP Turizm Politikaları
AKP’nin “Nice Ak Yıllara” adını verdiği seçim beyannamesinin turizmle ilgili bölümünde, geleceğe ilişkin projelerden çok, 5 yıla yakın iktidarı süresince yaptığı icraatları anlatması dikkat çekiyor. Turizmdeki icraatlarının devam edeceğine işaret eden AKP, birkaç hedef de gösteriyor.
Beyannamede; Türkiye’nin turizmden elde ettiği gelir ile dünyada sekizinci sırada yer almasıyla övünen AKP, turist sayısında da dokuzuncu sıraya yükselmenin kendi iktidarları döneminde gerçekleştiğini vurguluyor. AKP, 2023 yılına yönelik hedefini de 65 milyon turist ve yıllık 85 milyar dolar gelir olarak açıklıyor. Bizce bu, her ne kadar sık sık kültür turizmi hedeflerinden söz etseler de, AKP’nin kitle turizminden vazgeçmeyeceğini gösteriyor. Biz bu kitle turizmi politikasını sürdürülebilirlik ve sahip olduğumuz değerlerin korunması bağlamında son derece tehlikeli buluyoruz; çünkü ülkemizin artık kitle turizmi kavramını bile kullanırken çok dikkat etmesi gerekiyor. Kitle turizmi, eğer zengin doğal kaynaklarımızın yok olmasına ve kültürel mirasımızın zarar görmesine sebep oluyorsa bu alandaki ağırlığı azaltmamız, kültür turizmine yönelmemiz şart. Kültür turizmi, hem ülkemizin dünya konjonktüründeki yerinin yükselmesini sağlayacak, hem de ülkemize daha fazla gelir bırakacaktır. Turizm denince insanların aklına ilk olarak otel ya da tatil köyü gelmemeli, insanların ve ülkelerin kaynaşmasını sağlayan, ülkemize yönelik önyargıların kırılmasında önemli rol oynayan kültür ağırlıklı bir sektör olarak algılanmalıdır.
Turizm fuarlarına önceki yıllara kıyasla daha yüksek oranda katılım göstereceklerini, ülkelerin yapılarına göre farklılaştırılmış reklam kampanyaları geliştireceklerini söyleyen AKP’nin, konuya bakışını olumlu karşılıyor ancak ülke tanıtımında görev verdikleri firmaları seçerken daha titiz davranmaya davet ediyoruz. AKP, beyannamesinde “Güncel gelişmeler ışığında, tanıtım ve pazarlama alanında yeni teknolojilerin kullanımını yaygınlaştıracağız.” diyor. Dileğimiz, bu tanıtım faaliyetlerinde de yukarıda vurguladığımız kültür turizmi konusunun ön plana alınmasıdır. Çünkü tanıtımda kimi hedeflerseniz onlara ulaşırsınız. Hem kültür turizmi yapacağım deyip hem de tanıtım yaparken kitle turizmi hedefi ile hareket edemezsiniz. Ayrıca, kültür turizminin ülkemizde turizmin tüm yıla ve tüm bölgelere yayılabilmesi için önemli bir alternatif olduğunu bir kez daha vurgulamakta yarar var.
Öte yandan beyannamesinin turizmle ilgili son paragraflarında “Turizm sektöründe bütün aktörleri aynı şemsiyenin altına toplayacak bir hukuki düzenleme yapacağız. Böylece, bu önemli sektörde daha etkin bir organizasyon yapısı içinde politika geliştirme ve uygulama imkanı oluşturacağız.” diyen AKP’nin bu görüşü sevindirici. Umarız bu ifade ile profesyonel turist rehberlerinin ve otelcilerin yıllardır Turizm Bakanlığı’nda bekletilen Meslek Yasalarının çıkarılacağı dile getirilmektedir. Bunu takip etmek de bize düşüyor.
CHP Turizm Politikaları
CHP, “Pusula 2007” adını verdiği seçim beyannamesinde ‘Çevre ve Turizm’ başlığı altında “Demokrasi ve laikliğin olduğu yerde kitle turizmi sağlıklı yaşar, çağdaş standartlarda gelişir, dünyayı kucaklar” diyor. Burada ‘kitle turizmi’ kavramı üzerinde durmakta yarar var. Kitle turizmi yatırımlarında doyum noktasına ulaşmış Türkiye’nin artık kitle turizmi kavramını kullanırken çok dikkat etmesi gerekir.
Beyannamenin ikinci maddesinde “İlgili kamu kuruluşları, meslek birlik ve odaları, yatırımcı kuruluşlar, sendikalar ve hizmet alan tüketici dernek ve temsilcilerinden oluşacak Turizm Konseyi’ni kuracağız” deniliyor. Oysa turizm sektöründe şu anda meslek yasası sahibi olan tek kurum TÜRSAB, otelcilerin, yatırımcıların ve turist rehberlerinin henüz yasa ile kurulmuş meslek birliği yok. Böyle bir Turizm Konseyi’nin yasal bir çatı şeklinde kurulabilmesi için öncelikle sektörün temel kurumlarının da yasal zemine oturtulması gerekir. Rehberlerin ve otelcilerin yıllardır Turizm Bakanlığı’nda bekletilen Meslek Yasaları çıkarılmadan bir turizm konseyinin kurulması amacına ulaşmaz.
“Ülke turizmini bölge ve tür açısından çeşitlendireceğiz” diyen CHP’nin bu çeşitlendirmeyi nasıl yapacağına ilişkin somut bir önerisini de göremedik. Bugün turizmle çok yakından ilgisi olmayan sıradan bir vatandaşın da rahatlıkla kullanabileceği bu söylemin altının doldurulması gerekir, yoksa havada kalır.
Bir başka sorumuz da ‘doğal kaynaklarımızı koruma’ ve ‘orman alanları’ ile ilgili. “Turizm amaçlı kullanıma açılmış olan 2B alanlarıyla ilgili mülkiyet sorunlarını çözeceğiz.” diyen CHP, orman alanlarının turizme açılmasını önleyecek midir? Bu ifadeler netlikten uzaktır. Keşke konudan iyi anlayan bir uzman çıkıp bizleri ikna edebilecek nitelikte açıklamalar yapabilse.
DP Turizm Politikaları
ANAP’la birleşme çabaları başarısızlıkla sonuçlanan DP’nin seçim beyannamesinde ne yazık ki turizmle ilgili bir ara başlık yok. 109 sayfalık seçim beyannamesinde sadece 8 kez ‘turizm’ sözcüğü kullanılıyor.
DP, turizmle ilgili gerçekleştireceği icraatları “Sektöre yeni bir vizyon kazandırmak üzere, özel sahaların tahsisi projelerinden vazgeçilecek, turizm şehirlerinin kurulması teşvik edilecektir” cümlesiyle başlayarak anlatıyor. Bu cümleden DP’nin iktidar olması halinde turizm tahsislerini durduracağı sinyalini verdiği sonucunu çıkarmak mümkün. Ancak bunu nasıl yapacağına ilişkin bir somut öneri ya da yol haritası belirtilmemiş.
DP beyannamesinde, “Sektördeki yüksek maliyetleri azaltmak amacıyla, alkollü içeceklerden alınan ÖTV kaldırılacaktır” diyor ve şöyle devam ediyor: “Teşvik edilecek turizm yatırımları arasına, Adıyaman, Şanlıurfa, Mardin ve Antakya gibi illeri içine alan inanç turizmi, macera, doğa ve keşif turizmi, Disneyland veya Safari Park benzeri temalı eğlence parkları, sağlık turizmi, sanal gerçeklik tekniğine dayalı 3 boyutlu müzecilik ve ören yerleri işletmeciliği özel sektör eli ile yürütülecek, devlet tarafından denetlenecektir.”
Burada DP’nin vurguladığı ‘3 boyutlu müzecilik ve ören yerleri işletmeciliği özel sektör eli ile yürütülecek’ konusu bizce oldukça hassas bir konu. DP’nin, binlerce yıllık tarihi ve kültürel mirasımızın ayakta kalmayı başarmış izlerinin sergilendiği müzelerimize ilişkin böyle üstü kapalı ifadeler kullanmak yerine, net planının ne olduğunu açıkça anlatması gerekirdi. Acaba DP, müze ve ören yerlerinin işletmesini tamamıyla özel sektöre devretmeyi mi planlıyor? Yoksa sadece şu anki hükümetin ilk adımlarını attığı gibi müzelerin sadece gişeleri ile çevredeki hediyelik eşya mağazalarını mı özelleştirecekler?
DP’nin turizmle ilgili son cümlesi ise şöyle: “Turizmde tanıtım, ülke imajı, sektörel tanıtım, bölgesel ve ürün tanıtımları bazında, kamu ve özel sektör işbirliği ve kaynak oluşturulması suretiyle geliştirilecektir.” Bu cümlede de görüldüğü üzere hiçbir somut açıklama yok. DP, acaba turizm sektörü meslek örgütleri ile ilgili nasıl bir işbirliği yapmayı planlıyor? Turizm meslek birlikleri ile ilgili hukuki bir düzenleme yapma niyeti var mı bilinmiyor. Buradan DP’nin turist rehberlerinin ve otelcilerin bekletilen Meslek Yasalarına ilişkin bir stratejisi de olmadığı kanısına varmak mümkün. Bu oldukça üzücü.
Bizce DP gibi Türkiye’nin yönetimine aday olma iddiasıyla yola çıkan bir partinin seçim beyannamesinde turizme geniş yer ayırması, politikalarını oluştururken turizm sektörü profesyonellerine danışması, hatta akademik çalışmalar yapması gerekirdi. Çünkü günümüzde yaklaşık 40 sektöre girdi sağlayan turizm, ülke ekonomisinde çok önemli bir konuma sahiptir ve böyle yuvarlak ifadeler kullanılarak geçiştirilemez!
İkinci Konutlar ve Turizm
Türkiye’de özellikle Ege ve Akdeniz kıyıları başta olmak üzere, ikinci konutların (yazlıkların) sayısı her geçen gün hızla artıyor. 1980’li yılların ardından tırmanışa geçen yazlık edinme eğilimi, kıyı alanlarının olumsuz etkilenmesine, taşıma kapasitelerinin zorlanmasına, ekolojik dengenin bozulmasına neden olurken, ekonomik olarak katkıdan çok zarar getirmektedir. Bir turizm ülkesi olan Türkiye’de böylesine bir yapılaşmanın teşvik edilmesi oldukça üzücüdür.
Ülke genelinde sayıları 3.5 milyonu bulan bu konutlar bazı yanlış turizm politikalarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Kendi ülkesinde, uygun fiyatlarla, kendi yaşam stiline uygun tatil yapma olanağı yakalayamayan vatandaşlarımız, çareyi kıyı kesimlerde edindiği ikinci konutlarda aramıştır. İlk başlarda yılın en fazla iki ayı gidip kalabildikleri bu ikinci konutlar yatırım olarak da öne çıkarılmıştır. Ancak zamanla bu konutların sayılarının artmasıyla ‘birer ölü yatırıma’ dönüşmüştür. Mersin buna en güzel örnektir. Kıyı şeridi boyunca uzanan 250 bin ikinci konut, kent turizmini olumsuz etkilemiş, kıyılara bir beton perde örerek doğal kaynakların rant uğruna yok edilmesine neden olmuştur. Burada bulunan ve çoğunluğu yılda en fazla 1 ay kullanılabilen ikinci konutlar çürümektedir.
İster yabancılara, ister yerli halka satılmak için yapılsın, Türkiye’nin bundan sonra ikinci konut yapımına son vermesi gerekmektedir. Çünkü ülkemizde ormanlık alanların ve turizm potansiyeli olan yerlerin ‘yazlık’ adı altında beton yığınına dönüştürülme öyküsü ‘ikinci konut modası’nın başlamasıyla eş zamanlıdır.
Oysa hükümetimiz bu gerçeği görmezden gelmekte, bu alanda yeni projeler yapmak için çalışmalarını sürdürmektedir. Maliye Bakanı Sayın Kemal Unakıtan’ın 2006’da gündeme getirdiği yabancılara mülk satışında ‘İspanya modeli’, TOKİ aracılığıyla içinde bulunduğumuz günlerde hayata geçirilmeye çalışılıyor. TOKİ, Maliye Bakanı Unakıtan’ın isteğiyle Çanakkale’den Mersin’e kadar olan sahil şeridi ve kaplıcaların bulunduğu yörelerde, yabancılar için villa kentler ve tatil köyleri kurmayı planlıyor. CHP Muğla Milletvekili Sayın Fevzi Topuz, İspanya turizminin bu uygulamadan memnun olmadığını, yabancıların aldıkları konutları pansiyonculuğa ya da yakınlarının kullanımına açtıklarını; hemen hemen konaklama turizminin ortadan kalktığına ilişkin bilgiler geldiğini kaydediyor. Topuz’a katılıyoruz, bize göre de yabancıya mülk satışının turizmle ilişkisi yoktur. Çünkü yabancılara satılan konutların yoğun olduğu bölgelerde ülke yararına turizm hareketi gerçekleşmemektedir. Hatta bazı yabancılar satın aldıkları mülkleri gizli pansiyon olarak işletmektedir.
Türkiye’nin turizmde hedefi ikinci konutlar olmamalıdır. Elimizde yüzbinlerce atıl durumda ikinci konut varken, bunlar kıyılarımıza beton duvarlar örmüşken, yenileri için çalışmamalıyız. İç turizmin gelişmesini teşvik etmek istiyorsak bunu yerli turistlere yönelik cazip kampanyalarla yapmayı denemeliyiz.
Turizmin Sorunları Sahaya İnmeden Çözülmez
Milyarlarca liralık gelir elde edilen Türkiye’nin turizm sektörü, Ankara’dan tek bir koltuktan; sadece gündeme gelen sorunlara günü kurtaracak çözümler üretmekle yönetilemez. Tırmanan petrol fiyatları, vergi kesintileri, gıda zamları, küresel ısınma ve bunun gibi birçok sorunla uğraşmasına rağmen dünya çapında ilk 10’da yer almayı başarmış turizm sektörümüzün artık ince ayarlara gereksinimi var.
Sorunlara köklü çözümler üretmek için öncelikle o sorunu birebir tespit edip, yerinde müdahale etmek gerekir. Ülkemizin turizmini yönetmekle görevli Kültür ve Turizm Bakanımız bunu yapacak ilk kişidir. O orkestranın şefidir.
Sayın Bakanımıza önerimiz, birliğini denetleyen bir komutan gibi Türkiye’nin mevcut ve potansiyel turistik bölgelerine birer haftalık yerinde inceleme gezileri yapmasıdır. Danışmanlarını, sektör temsilcilerini, yerel yöneticileri de yanına alarak yapacağı bu ziyaretler, turizm denince akla gelen her yere yapılmalı. Başta müze ve örenyerleri olmak üzere, turizm işletmelerinden otellere, hediyelik eşya tezgahlarından taksicilere, dondurmacılardan araç kiralama merkezlerine gerçekleştirilecek bu ziyaretlerde yaşanan sorunları birebir saptama olanağı yakalayacak olan Bakanımız, bu gezilerin hemen ardından günün değerlendirmesinin yapılacağı çalışma toplantıları düzenlemeli. Bu toplantılardan çıkacak sonuçlara göre hemen orada sorunların çözümüne yönelik talimatlar yağdırmalı. Tabii talimat vermekle kalmayıp, bunların hayata geçirilip geçirilmediği de takip edilmeli.
Örneğin, Sayın Bakanımızın bu gezilere Türkiye’nin en büyük kültür turizmi kenti İstanbul’dan başladığını, Topkapı Sarayı’ndan, Ayasofya Müzesi’ne oradan da Sultanahmet Meydanı’na yanındaki heyetle bir inceleme gezisi yaptığını düşünelim. Topkapı Sarayı’nın giriş kapısının (Bab-ı Humayun) önünde sıralanmış çoğu dolandırıcı olduğu iddia edilen taksicileri, özel izinle oraya park etmiş otomobilleri ve biraz daha aşağıya doğru sarayın duvarları boyunca park etmiş yüzlerce otobüs ve minibüsün yarattığı görüntü kirliliği ve karmaşayı görecek, içeride gişelerin önünde uzayan bilet kuyruklarına tanık olan Bakanın gözüne, gişelerin karşısındaki büfenin Sarayın ihtişamı yanında ne kadar cılız kaldığı ilişecektir. Topkapı Sarayı’ndan devamla Ayasofya Müzesi’ne hareket etse, müzenin yan duvarlarının altında dükkan açmış satıcıların Ayasofya’nın duvarlarına astıkları satılık malları gördüğünde içi burkulacaktır. Ayasofya’nın içindeki tuvalet kuyruğunu gördüğünde aslında inşaatı tamamlanan yeni ve modern tuvaletlerin neden hala açılmadığını o da sormadan edemeyecek hatta belki de birkaç gün içinde yeni tuvaletler hemen açılacak. Müzenin içindeki yıllardır süren kubbe restorasyon çalışmalarının yarattığı rahatsızlığı birebir gözleyecek olan Bakan, mutlaka bu sorunun çözümü için de bir adım atacaktır. Ayasofya’dan çıkıp çay bahçelerine yöneldiğinde, dondurma ve içecek firmalarının reklamlarıyla rengarenk bezenmiş şemsiyelerin altındaki plastik sandalyeler ve masalarla karşılaşacak olan Bakanımız, Sultanahmet Meydanı’na doğru şöyle bir göz atsa oradaki araçların görüntü ve çevre kirliliğinden de rahatsız olacaktır. Belediye zabıtalarını gördükçe kaçışan yüzlerce ilkel görünümlü işportacı da cabası.
Bir de Antalya ve çevresinde böyle bir inceleme gezisi başlattığını düşünelim. Sayın Bakanımız ve heyeti Perge antik kentine gitse girişindeki ve örenyerinin içindeki işportacılarla karşılaşacak, hem satılan ürünlerle hem de satış şekliyle Perge’ye, dolayısıyla ülkemize, bir üçüncü dünya ülkesi imajı verdiğine tanık olacaktır. Bundan rahatsız olup hemen çevreye uyumlu otantik standlarla satıcıların uygar koşullarda ürün sunmalarını sağlayacak formüller bulmak için çalışacaktır. Aspendos Tiyatrosu’na geldiğinde tiyatronun önüne kadar gelip dışarıdan fotoğraf çekip hemen ayrılan tur otobüslerini gördüğünde tiyatronun giriş ücretini belki de yeniden gözden geçirecektir. Aspendos’un önündeki satıcıların Perge’dekilerden daha iyi olmadığını görecek bunun da hemen çözülmesi için talimatlar yağdıracaktır. Sonra Antalya Arkeoloji Müzesi’ne devam edelim. Müzeye girince içerideki ziyaretçi sayısının azlığına şaşıracak, kente gelen turist sayısı ile müzeye gelen turist sayısını karşılaştırdığında böylesine önemli ve güzel bir müzenin neden az ziyaretçi aldığının hesabını soracak belki de faturası gene kendisine çıkacaktır.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak önemli olan bu ziyaretlerin bir program çerçevesinde ve doğru bir heyetle gerçekleştirilmesidir. Sorunları önünüze geldiği kadarıyla çözmeye çalışmakla, onları yerinde saptayıp üzerine üzerine gitmek arasında gözle görülür fark vardır. Newspaper Columns by Serif Yenen
Turizmde Kalite ve SKAL KULÜP
Türk turizminin uluslararası arenada hak ettiği konuma ulaşabilmesi için sektörün tüm bileşenlerinin ortak hareket etmesi zorunlu; çünkü sorunlar ortak. Bir otelcinin sorunu, aynı zamanda seyahat acentesinin, rehberin, hava-deniz-karayolu seyahat şirketlerinin de sorunu. Bu sorunların giderilmesi konusunda ortak hareket edilmesi çözüme giden yolu kısaltacaktır. Bu nedenle turizm sektöründe yer alan meslek birlikleri ve sivil toplum örgütlerinin her biri, kendi içindeki sorunlarla mücadele ederken, diğer kuruluşlarla da iletişim içinde olmalıdır.
Turizm Profesyonelleri Derneği (SKAL), tüm dünyada seyahat ve turizm kollarını biraraya getiren tek uluslararası organizasyon olma özelliği ile bu anlamda çok önemli bir konumda. SKAL, sektördeki tüm yönetici ve üst düzey yetkilileri bünyesinde toplayan bir sivil toplum kuruluşu olma özelliğini taşıyor. SKAL üyeleri yerel ve uluslararası platformda buluşup, ortak konuları dostluk ortamı içerisinde tartışarak çözüm yolları arıyorlar. İlk SKAL Kulübü 1932 yılında Paris’te, İskandinavya’da eğitim turunda bulunan turizm sektörü yöneticileri tarafından kurulmuş. Bugün SKAL, 80 ülkede 500 kulüp ve 22 bin üyeye sahip. Görüldüğü gibi son derece köklü yapısıyla SKAL, turizm profesyonellerini tek çatı altında, birbirleriyle iyi ilişkiler içinde iş yapmaya teşvik edici yapısıyla ön plana çıkan bir kuruluş.
Ülkemizde SKAL örgütleri, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Marmaris, Kuşadası, Denizli, Pamukkale, Fethiye, Alanya ve Çukurova’da bulunuyor. Türk turizmine yön veren sektör örgütlerinin yöneticileri de SKAL’a üyeler.
Türk turizm sektörü içindeki en önemli sacayaklarından birisi, turistlerle neredeyse 24 saatlerini geçirerek onlarla birebir ilişkide bulunan, adeta birer turizm müfettişi olarak görev yapan turist rehberlerinin böyle bir kuruluşta yer almaması önemli bir eksiklikti. Nihayet rehberlerin de üyeliği gündeme alındı.
Ayrıca, 1998 yılından bu yana her yıl Türk turizmine hizmet veren ve kalite çizgisinden ödün vermeyen kişi ve kuruluşlara verilen SKALİTE ödülleri arasına profesyonel rehberlik dalı da eklendi. TUREB Başkanı Şerif Yenen olarak ben, profesyonel rehberlik dalında SKALİTE 2006 ödülüne layık görülmenin gururunu yaşadım.
Turizmde kalite, özellikle turistlere sunulan hizmetler yönünden büyük önem taşıyor. Türk turist rehberleri olarak ülkemize gelen misafirlere nitelikli hizmet sunmak konusunda iddialıyız. Sunulan hizmetin Avrupa Birliği çapında standardını belirleme çalışmalarında etkin rol almaktayız.
Sürdürülebilir Turizm ve Turistler
Geçtiğimiz günlerde İngiliz Seyahat Acentaları Birliği (ABTA) Turizm Konvansiyonu’nda açıklanan rapor oldukça dikkat çekiciydi. İngiltere’nin büyük tur operatörlerinden First Choice tarafından yaptırılan araştırma sonuçlarının yer aldığı raporda, turistlerin ‘sürdürülebilir turizm’ konusuna ilgileri incelenmiş.
Bin turist ile yapılan anket çalışmaları sonucunda turistlerin ancak dörtte birinin, ziyaret ettikleri diğer ülkelerde turizmin çevre üzerindeki etkisi konusunda duyarlı olduğu ortaya çıktı. Sürdürülebilir turizm konusuna ilgi duymayan turistlerin %34’ü 25 yaşın altındayken, konuya ilgi duyanların oranının da bu rakamla aynı olduğu belirtiliyor. Her 10 duyarlı turistten 4’ünün yaşı ise 35-54 arasında değişmekte.
Bu araştırma sonuçlarının İngiliz tur operatörleri tarafından hayal kırıklığı ile karşılandığı söyleniyor. Tatil için çok çalışan insanların tatildeyken evde de karşılaştıkları sorunlarla yüzleşerek üzülmek istemedikleri belirtilirken şu yorum yapılıyor: “Bu araştırmadan çıkarılması gereken sonuç; tur operatörlerinin ve seyahat acentelerinin insanların tatil sırasında doğru biçimde davranmaları için elinden geleni yapması gerektiğidir. Müşterilere onların da katkılarıyla tatil yörelerini zarar vermeden gelecek kuşaklara aktarma konusunda neler yapmaları gerektiğini anlatmalıyız.”
Şimdi, bu araştırmanın ülkemizde yapılması durumunda nelerle karşılaşacağımıza bir göz atalım isterseniz. Acaba ülkemize gelen turistler ‘sürdürülebilir turizme’ ne kadar duyarlı? Türkiye’de turizmin başkenti olarak nitelenen Antalya örneğini alalım.
Antalya, 2006 yılında 6 milyondan fazla turisti ağırladı; Bakanlık, yerel yönetimler ve turizmciler her fırsatta bu sayıyı iki katına çıkarmayı hedeflediklerini söyledi. Bu yüksek rakamlı hedefler açıklanırken hiç kimse sağlıklı öngörülere sahip değil. Antalya için 12 milyon turist demek, bu kentin kültürel yozlaşmaya uğraması, ekolojik dengelerinin bozulması, yörede yaşayan halkın turizm hareketinden yararlanamaması, kültürel değerlere ilgi gösterilmemesi, kısaca tüketen yaklaşımlar demektir.
Türkiye’nin turizm politikası uzun yıllardır ‘kitle turizmi’ anlayışına dayandırıldığı için, 1980’li yıllardan itibaren kapasite üstü kullanımlar, turizm hareketlerinin belli kıyı ve bölgelerde yoğunlaşması ile çevresel değerlerin kalitesinde bozulmalar meydana geldi.
Sürdürülebilir turizm konusunda en ideal model, turistik işletmecilerin konuya duyarlı hareket etmeleridir aslında. Ancak piyasa şartları göz önünde bulundurulduğunda ne yazık ki böyle olmuyor. İşletmeciler, ticari kaygılar taşıdıkları için turistlerin isteklerine yanıt verebilmek için ekolojik dengeleri göz ardı edebiliyorlar. Oysa çevresel değerlerin gelecek kuşaklara da hizmet edebilmesi için çevrenin korunmasına ve geliştirilmesine katkı sağlamak, turizm yatırımcıları ve işletmecilerinin başlıca görevi olmalıdır. İşte bu noktada en büyük görev, Türkiye’nin turizm politikasını yönlendiren Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve yerel yönetimlere düşüyor. Bakanlık, sürdürülebilir turizm ilkelerinin benimsenmesi için çalışmalar yapmalı, ticari kaygıların ağır bastığı yaklaşımların esiri olmamalıdır.
Turizmde Sürdürülebilirlik
Yirminci yüzyılın sonlarında dünya kaynaklarından alabildiğine yararlanmayı öngören tüketime dayalı dünya görüşü yerini bu kaynakların korunmasını savunan sürdürülebilir bir dünya görüşüne bıraktı. Birleşmiş Milletler’in 1987 Brundtland Raporu’nda Sürdürülebilir Kalkınma, gelecek kuşakların gereksinimlerini tehlikeye sokmaksızın bugünün kuşaklarının gereksinimlerini karşılayabilecek kalkınma olarak tanımlandı. Kaynakların rasyonel yönetimi ile gelecek nesillere yaşanabilecek bir doğal, fiziki ve sosyal çevre bırakılması sürdürülebilir kalkınmanın temelini oluşturmakta, sürdürülebilirliğin sağlanması ekonomik ve sosyal politikaların, çevre politikalarının birlikte ele alınıp uygulanmasını zorunlu kılmakta.
Birleşmiş Milletler tarafından 21. yüzyıl için saptanan Milenyum Gelişme Hedefleri arasında çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması hedefi de yer almakta, sürdürülebilir gelişmenin ülke politikaları ve programlarında yer alması ve çevresel değerlerin kaybının önüne geçilmesi gereklilikleri de vurgulanmakta.
Küreselleşmenin sonucu olarak günümüzde turizm hareketlerinde teknolojinin önemi artmış, internet kullanımı ve bilgi paylaşımı turist profiline de yansıyarak bilinçli, kültür düzeyi ve beklentisi yüksek turizm tüketicileri ve artan talep ortaya çıkmıştır. Turizmdeki gelişmeyle toplumlar arası kültür ve bilgi paylaşımı ile birlikte küreselleşme de hız kazanmış, turizm sektörünün yaşadığı sorunlar artık bölgesel olmaktan çıkıp küresel bir nitelik kazanmıştır.
Turizmin temelini oluşturan doğal, tarihi ve kültürel kaynaklar artık dünyanın ortak mirası olarak kabul edilmekte, hızla gelişen bu sektörün neden olduğu çevresel sorunlar da tüm ulusların sorunu olmaktadır.
Birleşmiş Milletler’e bağlı kuruluşlar tarafından Eylül ayından başlayarak 2007 yılı sonuna kadar sürdürülebilirlik, turizm, iklim değişikliği konularını içeren bir dizi konferans ve toplantılar düzenlendi. Ekim 2007’de Davos’da gerçekleştirilen 2. Uluslararası İklim Değişikliği ve Turizm Konferansı sonuç bildirgesinde turizm sektörünün, Birleşmiş Milletler’in belirlemiş olduğu sürdürülebilirlik çerçevesinde iklim değişikliği konusunda etkin önlemler alması çağrısı yer aldı. Turizm sektörünün bu kapsamda gerçekleştireceği çalışmalar arasında özellikle ulaşım araçları ve konaklama tesislerinden doğan gaz salınımının azaltılması, turizm hareketleri ve destinasyonların iklim değişikliği koşullarına uyarlanması, enerjinin etkin kullanımı konusunda mevcut ve yeni teknolojilerin geliştirilmesi, yoksul ülke ve bölgelere finansal destek sağlanması konuları yer alıyor.
Bu gelişmeler paralelinde çalışmalarını sürdüren Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü (UNWTO), Birleşmiş Milletler’in 2007 yılı Aralık ayında Bali’de gerçekleştirilen İklim Değişikliği Zirvesi’nde turizm sektörünün de iklim değişikliği ve yoksullukla savaş konusunda yapılacak çalışmalara etkin olarak katılacağını açıklamıştı. Aslında bu konudaki çalışmalar 2003 yılında Birleşmiş Milletlere bağlı üç örgütün, Dünya Turizm Örgütü, Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve Dünya Meteoroloji Örgütü’nün aynı amaç doğrultusunda biraraya gelmeleri ile başladı.
Dünya Turizm Örgütü, 2008 yılı boyunca Davos Deklarasyonu çerçevesinde turizm sektörü, kamu ve özel sektör kuruluşlarıyla halkı, iklim ve yoksulluk konusundaki gereksinimleri karşılayacak değişiklikleri yapmak üzere işbirliğine davet edecek. Her yıl 27 Eylül’de kutlanan Dünya Turizm Günü’nün bu yılki teması da turizmin iklim değişikliği tartışmalarına yanıtı olacak.
Ülkemizin de dünyamızın geleceği açısından çok önemli olan bu çalışmalara yalnızca izleyici olarak değil aktif olarak katılması, yetkililerin ve turizm sektörümüzün gelecek kuşaklara yaşanabilir bir Türkiye bırakmak için gerekli önlemleri almaları, kısa vadeli getiriler düşünülerek yapılan yatırım ve düzenlemeler yerine zengin doğal, kültürel, tarihi mirasımızdan sürdürülebilirlik ölçütleri gözönünde bulundurularak yararlanılmasını sağlayacak önlemleri almaları öncelikli dileğimiz.
<4>Sürdürülebilirliğin Sağlanması İçin İlkeler
Turizm, yoksul ve gelişmekte olan ülkeler için diğer sektörlerle kıyaslandığında çok daha fazla gelir getirici bir sektör. Ancak turizm ürünü iklim ve çevresel faktörlerle birebir bağlantılı. Bu nedenle artık turizmde de sürdürülebilirlik kavramı yaşamsal bir önem kazanmış ve tüm faaliyetlerde gözönünde bulundurulması zorunluğu doğmuştur.
Sürdürülebilir turizm, çevrenin zarar verilmeden korunduğu, kültürel bütünlüğün, ekolojik süreçlerin, biyolojik çeşitliliğin ve yaşamsal sistemlerin sürdürüldüğü bir yaklaşımdır. Tüm kaynakların ziyaret edilen bölge halkının ve turistlerin ekonomik, sosyal ve kültürel gereksinimlerine yanıt verecek, bunun yanı sıra kaynakların gelecek nesillere olanaklar ölçüsünde zarar görmeden aktarıldığı bir ekonomik kalkınma biçimidir.
Sürdürülebilir turizmi gerçekleştirebilmenin ilk adımı turistik bölgelerin taşıma kapasitesinin belirlenmesidir. Bu, turistlerin aldıkları hizmetin kalitesinde bir düşüş olmadan, doğal, tarihi ve kültürel çevre zarar görmeden ağırlanabilecek turist sayısını göstermektedir. Sürdürülebilir turizm bu özelliği ile kitle turizminden çok farklı bir planlama gerektirir.
Sürdürülebilir turizm planlamalarında gözönünde tutulması gereken hususları;
– yörenin özellikleri (doğal, tarihi, kültürel, demografik) gözönünde tutularak turizm kapasitesinin saptanması,
– yeni yapılaşma yerine mevcut yapıların etkin kullanımına öncelik verilmesi,
– yerel yönetimlerin gözetimi altında çevreye saygılı, yerel mimari özellikleri gözönünde bulunduran yapılaşma,
– yörenin ekolojik, tarihi, kültürel zenginliği ile uyumlu çevre düzenleme çalışmaları,
– doğal alanlar ve kırsal çevrenin de geleceğin turizm alanları olarak zarar görmesini engelleyecek önlemlerin alınması,
– turizmin çeşitlenmesinin talebe göre değil arza göre düzenlenmesi, yani yeterli alt yapı düzenlemeleri olmadan, yoğun talebi karşılamaya yönelik düzenlemelerle kaynaklara fazla yüklenilmemesi, kaynaklara uygun talep yaratılması,
– önceliklerin yerel halka verilmesi, yöre halkının bilinçlendirilmesi, emek yoğun bir sektör olan turizmde bölge halkının ekonomik kalkınması da gözönüne alınarak istihdam yaratılması,
– tek tip turizm ile yalnızca yılda bir iki ayın turizm sezonu olarak değerlendirilmesi yerine turizmi çeşitlendirerek turizm sezonunu tüm yıla yayma,
– ulaşımda mümkün olduğunca çevre kirliliği yaratmayacak düzenlemelerin yaşama geçirilmesi,
– güneş enerjisi, jeotermal enerji, rüzgar, akarsu enerjileri gibi çevreye zarar vermeyecek enerji kullanımına yönelik yatırımların tercih edilmesi,
– turistler için yerel etkinliklere katılarak, doğa ile içiçe, isterlerse yerel tarım, hayvancılık benzeri faaliyetlere katılarak, ekolojik dengenin korunmasına katkıda bulunarak dinlenme olanakları yaratılması,
– yerel özelliklerin ve kültürün olduğu gibi sergilenmesi, zorlama düzenlemeler yapılmaması, otantiklik prensibine uyulması,
– toplumsal ve kültürel kimliğin korunması,
– yatırımların gelişmeye açık ve uzun vadeli olması şeklinde özetleyebiliriz.
Ülkemiz turizm politikalarının da, yetkililerimizin açıklamalarında sürekli dile getirdikleri sürdürülebilirlik ilkesinin yukarıda belirtilen evrensel ölçütler gözönünde tutularak belirlenmesi turizmimizin geleceği açısından yaşamsal önem taşımaktadır.
Turizm Haftası ve Turizm Bilinci
Turizm Haftası her yıl 15-22 Nisan tarihleri arasında kutlanmakta. Bu hafta boyunca toplumda turizm bilincini geliştirmek, iç turizmi canlandırmak ve halkın turizm hareketlerine katılımını sağlamak amacıyla ülkenin dört bir yanında çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Yürüyüşler, sergiler, paneller, tiyatro-sinema gösterimleri yapılarak, konserler ve yarışmalar düzenlenerek turizmin önemi vurgulanıyor.
50’ye yakın sektörle içiçe olan turizmin öneminin elbette bir hafta içinde anlatılması mümkün değil. Bu kısıtlı zaman diliminde yapılacak her türlü etkinlik, yurdumuzda kültür ve turizm bilincinin yerleştirilmesi açısından sadece bir adım olabilir. Kültür ve turizm bilincinin yerleşmesi için benzer etkinliklerin tüm yıla yayılması sağlanmalıdır.
Türkiye’nin geleceğinin bağlı olduğu sektörlerden biri olan turizmin öneminin kavranması amacıyla, ülkesel ve çok boyutlu bir turizm eğitim seferberliği başlatılmalı. Bu eğitim seferberliği medya aracılığıyla yaygınlaştırılmalıdır. Örneğin, en çok televizyon izlenen saatlerde her gün 5 -10 dakika doğrudan veya dolaylı turizm eğitim programları olsa güzel olmaz mı? Turizmin tüm ülkeyi kalkındıracağı, birçok kişinin refah düzeyini arttıracağı, turiste güleryüzlü davranmanın ve kaliteli hizmetin yeni turistlerin gelmesini sağlayacağı bilinci, sadece turizmde ve turizmle bağlantılı sektörlerde çalışanlara değil, kamuoyuna benimsetilmelidir.
Ayrıca turizm deyince kıyı bölgelerimizdeki otellere yerli turist çekmekle yetinmemeli, kültür bilincinin yerleşmesini de sağlayacak aksiyonlara yer vermeliyiz. Yerli turisti otelin dışına çıkaracak, üzerinde yaşadığı toprakların tarihi ve kültürel mirasını tanıtacak programlar hazırlamalıyız. Bunun için profesyonel turist rehberi eşliğinde düzenlenecek turlara katılım özendirilmelidir. Bugüne kadar yapılan araştırmalar rehber eşliğinde yapılan turların kültüre ve çevreye olan ilginin artmasına, tarih bilincinin gelişmesine katkıda bulunduğunu göstermiştir.
Yerel Yönetimlerde Turizm Bilinci
Seyahat etmek, tatile gitmek günümüzün modern toplumlarında artık insanların temel hakları arasında yerini aldı. Sabahın çok erken saatlerinden, gece geç vakitlere kadar, gerek bilgisayarların karşısında gerekse kapalı duvarlar arasında mesai yapan insanların, seyahate çıktıklarında iş streslerini atmak, macera yaşamak gibi değişik beklentileri var. Hangi amaçla olursa olsun, seyahate çıkanların neredeyse hepsi, güzel bir çevre, doğallık, sessizlik, temizlik ve otantik olma özellikleri ararlar, turizmde bu olgular bir ön koşul gibidir.
Ülkemiz, eşsiz doğa güzellikleri ve zengin kültürel mirası ile bu açıdan bakıldığında turizm için sonsuz kaynaklar barındıran bir ülke. Özellikle ‘modern hayatın karmaşından’ kaçmak, doğayla başbaşa vakit geçirmek, pırıl pırıl sularda yüzmek ve bol bol güneşlenmek, yeni yerler keşfetmek için ideal.
Tesislerimizin çoğunluğu beş yıldız kategorisinde. Bu tesislerin dışına çıkıldığında ne oluyor? Turistlere mantıklı bir açıklama getirilemeyecek kadar büyük tezatlarla karşılaşılabiliyor. Bir diğer deyişle yıldız sayısı birden sıfıra düşebiliyor.
Öncelikle yol, yeşil alan, çevre düzeni, kent mobilyalarının durumu, inşaatı yarım kalmış binalar, çatısız evler, sıvasız duvarlar gibi altyapı sorunları. Turistlerin bize en sık sorduğu sorulardan biri, niçin inşaatı tamamlanmamış bu kadar çok yapı olduğudur. Bu, rehber olarak yanıtlamakta gerçekten zorlandığımız soruların başında geliyor.
Bunların ardından neler geliyor? Tabela kirliliği konusu ciddi bir tehdit olmaya başladı. Özellikle turizm bölgelerinde, kentlerin giriş ve çıkışlarında yüzlerce otel veya işyerinin farklı boylarda ve farklı maddelerden reklam tabelalarının yarattığı kirlilik göz ardı edilemeyecek boyutta. Nadiren de olsa bazı bölgelerde belediyeler bu soruna el atmış, yönlendirme ve reklam tabelalarına bir standart getirmiş.
Bir başka önemli sorun ise beş yıldızlı bir tesisten çıkıyorsunuz, tesisin arkası tarla. Tarlanın sahibi, yolun kenarına bir tezgah kurmuş, ya kendi ürettiği ürünleri ya da en kalitesiz turistik hediyeleri satmaya çalışıyor. Yan taraftaki tarlanın sahibi ise en adi plastik masa ve sandalyelerle, pislik içindeki masa örtülerinin üzerinde kendince bir kafe işletmeye çalışıyor. Ne tezgahta satılan malların, ne de kafede verilen hizmetin kalitesi turizmde iddialı olduğunu söyleyerek ortaya çıkmış bir Türkiye’ye yakışıyor.
Belediyelerin bunları kontrol altına alması çok mu zor? Biz belediyelerden bu sorunları gidermesini beklerken bazı belediyelerin, dile getirmeye çalıştığımız aksaklıkların bizzat sorumlusu olduğunu görüyoruz. Aspendos Tiyatrosu’nun önünde, içinde küçük bir dükkan kurulmuş belediyeye ait aracın oluşturduğu kirlilik bunun çarpıcı örneklerinden.
Yapılması gerekenler aslında çok basit. Ruhsatsız işyeri olmayacak, belli standartlara uymayan işyerlerine de ruhsat verilmeyecek.
İnşaatı tamamlanmamış, sıvası olmayan, çatısı henüz yapılmamış binalara ruhsat vermeyeceksiniz. Otantik malzeme kullanmayan, otantik ürün satmayan işyerlerine ruhsat vermezseniz standartlar yükselir, plastik sandalyeli kafeler, Çin’den getirilmiş ülke imajımıza zarar verecek son derece kalitesiz hediyelik eşyalar yerini yöreye özgü mallara bırakır.
Turizm hassas konu, turizm yaparken dikkatli, duyarlı ve titiz olmak gerekiyor. Bu konuda sorumluluk yerel yöneticilerde. Turizme uzak durmak, turistin ahlakımızı bozacağı varsayımıyla davranmak ne kadar yanlışsa ‘turist olsun, çamurdan olsun’ gibi bir yaklaşım da o kadar tehlikeli. İkisinin arasındaki dengeyi yakalayabilmek gerekiyor.
Sultanahmet Panayırı
Bir yerleşim birimi düşünün, dünyanın en önemli turizm alanlarından biri olsun. O bölgede turizmden ekmek yiyenler o bölgenin dışında oturuyor olsun. Oranın seçimle gelmiş yerel yöneticisi ne yapar? Kurumunun kasasına girecek gelirleri ve kendi seçmenlerini düşünür. Turizm de ne ola ki diye bakar. Ülke çıkarlarını unutuverir.
İşte burası Eminönü. Pekala Antalya çevresindeki bir yerleşim yeri de olabilirdi.
İstanbul’da Eminönü Belediyesi’nce düzenlenen ‘Geleneksel Sultanahmet Ramazan Etkinlikleri’nin tüm uyarılara ve SOS çağrılarına karşın yine aynı mekanda gerçekleştirilmesi tarih ve kültür varlıklarını koruma bilincimizin ne kadar yetersiz olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Yetkililerin her yıl ısrarla gerçekleştireceklerini vaad ettikleri tarihi eserlere saygı, hijyen, çevre temizliği gibi konularda ne yazık ki olumlu bir gelişme yaşanmıyor.
Kente gelen turistlerin yüzde 95’inin ziyaret ettiği Sultanahmet Meydanı, her yıl Ramazan aylarında bu etkinliklere sahne oluyor. Bu bölgeyi günde 8-10 bin yabancı turist ziyaret ediyor. Her gün yüzlerce tur otobüsü geliyor. Turistler sabah sekizden akşam altıya kadar bu bölgeyi geziyor. Ramazan ayı boyunca ise bu etkinlik sayesinde bölgede bulunan insan sayısı katlanarak artıyor. Derme çatma baraka ve çadırlarda ağırlıklı olarak temizlikten uzak ortamlarda yiyecek satışı manzaralarının tarihi dokunun içine girdiği, her yerden yemek kokularının yükseldiği bir kaos ortamı oluşuyor.
Sahurda sona eren şenliklerde ne yazık ki temizlik konusu tamamen gözardı ediliyor. Ramazan’da turist grubumuzla gittiğimiz Sultanahmet’te bizi çok kez çöp yığınları karşılıyor. Böyle pazar yerini andıran görüntüler arasında yapılan bir kültür turunun havasının ne kadar ağır olacağını tahmin edebilirsiniz.
Turizmcilerin etkinliklerin Gülhane Parkı veya daha uygun bir alana kaydırılması önerilerine karşı Eminönü Belediyesi yetkilileri bu etkinliğin meydanda yapılmasını halkın istediğini öne sürerek, Sultanahmet Ramazan etkinliklerini başka yerde yapmanın anlamı olmayacağını savunuyor. Burada şu soruyu sormadan geçemeyeceğiz: Vatandaş bu etkinliklerin Topkapı Sarayı’nın avlularında gerçekleştirilmesini isteseydi ne yapacaklardı?
Bu stantların belediye tarafından satışının yapıldığı ve ciddi bir gelirin söz konusu olduğu ortada ve biz turizmciler, yerel yönetimlerin bu tür tutumları karşısında ümitsizliğe kapılıyoruz. Çünkü yerel yönetimle özel sektörün el ele vermediği bir bölgede turizm hareketinin sağlıklı gelişmesi mümkün değildir. Bir kentin tarihi ve kültürel değerlerini görmek için gelen turistler, öncelikli olarak o kentin belediyesinin hizmetlerinden yararlanır. Toplu ulaşım araçlarını kullanır, belediyenin yaptırdığı kaldırımlarda yürür, yine belediyenin düzenlediği parklarda vakit geçirir. Kısacası bir belediye, kendi vatandaşına ne kadar iyi hizmet veriyorsa, o kente gelen turistler de o kadar iyi hizmet alır.
Tarihi ve kültürel zenginliklerimizin sadece turistler için önemli olduğu, onlar için korunacağı gibi yanlış bir anlayış var. Günü kurtarmak, ne pahasına olursa olsun rant sağlamak zihniyeti atalarımızdan bize miras kalan ve gelecek kuşaklara aktarmamız gereken, dünya kültür mirasının bir parçası olan tarihi ve kültürel değerlerimize saygısızlıktır.
Turizmde İçki Yasağı
Turizm sektörü içki ruhsatı verme yetkisini ele geçiren belediyelerin getirdiği yasaklar nedeniyle tedirginlik yaşıyor. Çünkü içki yasağı ve turizm asla yan yana gelemeyecek kavramlar…
Her zaman karşımıza çıkan ve cevabını bir türlü açıklıkla veremediğimiz şu soru bizce çok önemli: ‘Nasıl bir turizm icra etmek istiyoruz?’ Uluslararası standartlarda bir turizm istiyorsak, ‘içki yasağı’ gibi kısıtlamaların gündeme gelmesi bile kabul edilemez. Bize özel geliştirdiğimiz bir turizm anlayışı ile ülkemize gelen turist sayısını arttıramayacağımıza göre, turizmin evrensel kurallarına uymak zorundayız. Tatil için ülkemizi seçmiş bir kişinin özgürlüklerini kısıtlamaya hakkımız yok. Dinlenmek, yemek-içmek, gezmek için Türkiye’ye gelen turiste yasak koyamayız, koyarsak onu kaybetmeyi göze almış oluruz. Yalnızca onu kaybetmekle kalmaz uluslararası imajımızın bozulmasına da kapı açmış oluruz. Akdeniz bölgesinde bugün önemli rakiplerimiz arasında yer alan ve bir İslam ülkesi olan Mısır bile bu sorunu çözmüş durumda, biz neden bu tip yasaklarla uğraşıyoruz anlamak güç.
Günümüzde turistik işletmelerin bir bölümü ya Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan ya da yerel yönetimlerden ‘işletme belgesi’ alarak çalışıyorlar. Bakanlık belgeli işletmelerde biz bugüne kadar bir soruna rastlamadık, ancak belediye belgelilerde sorun çok. Turizme önem veriyor gibi görünen bazı belediyelerde bile içki yasağı var; bunun en yakın örneği İstanbul’da Büyükşehir’in işlettiği Hidiv Kasrı, Çamlıca Tepesi gibi yerler. Turizm değerlerinin çok yüksek olduğunu iddia eden ve turizmden pay almak için büyük çaba sarf eden Beypazarı, Safranbolu gibi yerlerde de en beklemediğiniz anda içki yasağı ile karşılaşmanız mümkün. Turizmde bunlar kabul edilemez olgular.
Bazı turistik işletmelerde de sahiplerinin tercihleri nedeniyle keyfi uygulamalar yapılıyor; işletme sahibi içki satmayabiliyor. Eğer burası küçük bir restoransa ve bu durumu tanıtım broşürlerinde açıklıyorsa sorun yaşanmayabilir. Ancak burası büyük bir turistik işletmeyse ve Antalya, İstanbul gibi bir büyük kentin merkezinde 4 yıldızlı bir otelse büyük sorun yaşanabiliyor. Seyahat eden kişilerin özgürlükleri kısıtlanıyor, istemediği halde bazı dayatmalarla karşı karşıya kalıyorlar. O otelde kalan turist, keyfince otelin barına gidip içki içemiyor, odasına servis alamıyor, yaşadığı düş kırıklığını ve bunun getireceği imaj sorununu siz düşünün. Burada acentelere görev düşüyor. Acentelerin bir turistik işletmeyi pazarlarken müşteriye her türlü bilginin eksiksiz verilmesi, içki içilip içilmediğini bilmeden bir yere turist gönderilmemesi gerekir.
Öte yandan Ramazan ayı boyunca hem turistik işletme olan hem de iftar yemeği veren otellerde önemli bir soruna tanık olduk. Bazı oteller iftar saati sırasında içki içebilirler gerekçesiyle turistleri yemek salonuna almayıp, daha küçük ve daha kötü koşullardaki salonlara aldı. Yani turistleri içki içtikleri gerekçesiyle bir anlamda tecrit etti. Bu da gözle görülür bir dayatmadır.
Türkiye’nin demokratik ve laik bir ülke olduğunu, kişilerin din ve vicdan özgürlüğüne sahip olduğunu ve herkesin öncelikle kendinden sorumlu olduğunu anımsatıyor ve bu tip dayatmalarla turizmde ileriye gidilemeyeceğinin altını çizmek istiyoruz.
Kökten Dinciliğin Yükselişi ve Türkiye Turizmi
Dünyada kökten dinciliğin yükselişe geçtiği bir dönem yaşıyoruz. Son yıllarda artan İslami terör olayları, İslam ülkelerine karşı Batı dünyasında olumsuz izlenimler oluşmasına veya mevcut önyargıların pekişmesine neden oluyor. Batılılar, kulaktan dolma bilgiler ve medyanın da yönlendirmesiyle, Allah adına intihar saldırıları düzenleyen bazı teröristlerin İslam dininin gereğini yaptığını, hatta diğer Müslümanların da bu olayları onayladığını düşünüyorlar.
Böylesine olumsuzlukların yükselişte olduğu bir ortamda Türkiye, bugüne kadar çizdiği laik çizgi ile İslam dini hakkındaki önyargıların giderilmesine büyük katkıda bulunmaktaydı. Nüfusunun yaklaşık yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede sergilenen laiklik anlayışı, önyargılı Batılılara ister istemez “bizim bildiğimiz veya bugüne kadar sandığımız İslam böyle değildi, yanılmışız” dedirtiyordu. Gerçek İslam’ın ne olduğunu gören, ılımlı ve demokratik Türkiye ile tanışan yabancılar, ülkemizden ayrılırken hayallerindekinden çok farklı bir Türkiye ve bambaşka bir İslam ülkesi ile tanışmış olarak ayrılıyorlardı.
Ancak, son dönemde ülkemizde yaşanan bazı gelişmeler bu olumlu tablonun gerilemesine, hatta zaman zaman Batılılarda varolan önyargılı Müslüman ülke imajının pekişmesine neden olmaya başladı. Hoşgörüden uzak, ‘Benim dinim en doğru dindir’ biçimindeki bakış açısı veya ‘Sen de benim yaptığım gibi yapmak zorundasın’ anlamına gelen dayatmacı uygulamalar, İslam dini üzerine olumsuz önyargıların pekişmesine katkıda bulunuyor. İstanbul Boğazı’nda tur yapan teknelerin arasında, içinde baştan aşağı tesettürlü yolcularıyla, hoparlörün sesini sonuna kadar açarak Kuran-ı Kerim yayını yapanları şaşkınlık içinde izleyerek, ne olduğunu anlamaya çalışan yabancılara, bu etkinliğin ne amaçla yapıldığını hangi sözcüklerle açıklayabilirsiniz?
Bir başka örnek de her yıl Ramazan ayında kültür varlıklarımızın toplandığı en merkezi yerde Sultanahmet meydanında son derece ilkel standartlarda gerçekleştirilen panayır. Bu panayırın turizm tanıtımı ve imajımıza verdiği zarar inanılmaz.
Turistik otellerimizden bazılarının, Ramazan ayında iftar saatinde yabancı müşterilerin ya da oruç tutmayan yerli müşterilerin aldıkları hizmetlerle ilgili uyguladıkları kısıtlamalar da bu örnekler arasında.
Tüm bu uygulamalar ülkemizi laik, demokratik bir ülke olmaktan çıkaran, belli bir dini ve bu din paralelinde uygulamaları ön plana alan ve yabancıların İslam dini ile ilgili olumsuz önyargılarını pekiştiren bir görüntü yaratıyorlar. Konuyu yalnızca turizm açısından ele almak elbette yeterli değil ancak turizm bize içinde bulunduğumuz ortamın dışına çıkıp kendimize nesnel gözle bakma olanağı sağlayan bir sektör ve biz turist rehberleri bu sektörde günün neredeyse 24 saati yabancılarla birlikte olarak onların duygu ve düşüncelerini yakından değerlendirme olanağına sahibiz.
AVRUPA BİRLİĞİ VE TURİZM
Türkiye Turizmi ve AB
Türkiye’nin 2007 yılında Avrupa Birliği (AB) konusunda gerekli adımları atmadığına ilişkin birçok eleştiri yapıldı. Hükümetin 2008 yılında yoğun ve hızlı bir çalışma programı ile bu eleştirilere yanıt vereceği söyleniyor. Hükümet Sözcüsü Sayın Cemil Çiçek, AB konusundaki çalışmalara 2008 yılında çok daha sıkı bir takvimle devam edeceklerini açıklamıştı. Biz de AB konusunda daha yoğun çalışılmasını dileyerek, bizi ilgilendiren bölüme, yani AB ve turizm ilişkisine göz atalım.
AB ülkeleri yüzde 53’lük pazar payı ile dünyanın en büyük turizm bölgesi konumunda. Her geçen gün hızla büyüyen turizm pazarı nedeniyle AB’de istihdam konusunda turizmin ekonomik önemine ilgi giderek artıyor. AB’nin yasalarla belirlenmiş bir turizm politikası yok, çünkü AB Antlaşması, bir Topluluk Turizm Politikası geliştirilmesi için özel bir hukuki temel sağlamıyor. Farklı alanları ilgilendiren mahiyeti nedeniyle, turizm konusunda eylem, çevre, tüketici işleri, sağlık, bölgesel kalkınma, istihdam, rekabet, vergileme, kültür, eğitim, araştırma gibi diğer politikaların kapsamında. Avrupa Birliği, Roma Antlaşmasından bu yana uzun yıllardır ortak bir turizm politikası oluşturma gayreti içerisinde.
Turizmin AB’de doğrudan 9 milyon insanı istihdam ettiği, bunun da toplam istihdamın yüzde 6’sını oluşturduğu, GSMH’nın en az yüzde 5.5’ini ve hizmetlerdeki toplam dış ticaretin yüzde 30’unu oluşturduğu düşünüldüğünde sektörün önemi ve büyüklüğü ortaya çıkıyor.
Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlaması, turizm açısından son derece olumlu etkiler yarattı. Bu süreç, AB’den yabancı sermaye hareketlerinin artmasına, yatırım ve işletmeciliğin gelişmesine ve AB pazarına verilen ürün ve hizmet kalitesinin yükselmesine neden oldu. AB eğitim standartlarına uyum çalışmaları başladı, nitelikli turizm personeli yetiştirilmek üzere ilk adımlar atıldı. TÜROFED’in bu konudaki çalışmaları dikkat çekici. Gümrük Birliği üyeliği sayesinde havayolu ulaşımında serbestleşme, AB havayolları ile bütünleşme ve ulusal havayollarının rekabet gücünün artması sözkonusu.
AB fonları ile turizm ve çevreyle ilgili ortak çalışmalar başlamış bulunuyor. Örneğin, AB desteğiyle hazırlanan ‘GAP bölgesindeki kültürel mirası geliştirme’ programı bunlardan yalnızca biri. Burada kültürel varlıkların korunması ve geliştirilmesi amacıyla yola çıkılırken kültür turizmi için de önemli çalışmalar yapılmakta.
AB sayesinde öncelikle tüketici olarak turistlerin oteller ve acenteler karşısında haklarının korunması, serbest dolaşımları ve güvenliklerinin sağlanması konularına verilen önemin artması sevindirici.
AB’nin ülke turizmine elbette ki yukarıda birkaçını anlatmaya çalıştığımız olumlu etkilerinin yanı sıra bazı olumsuz etkileri de olmuştur veya olacaktır. Küçük ve orta ölçekli işletmelerde yabancı yatırımların egemenliği arttığından bazı yörelerde sadece yabancıların sözünün geçmesi eğilimi oluşabilir ve kalifiye yabancı personel işgücü maliyetini arttırabilir. Öte yandan başlangıçta yapılması gereken yasal ve idari düzenlemelerde bürokratik, ekonomik ve hukuki sorunlar yaşanabilir ve yaşanmaktadır da.
Hizmetlerin Serbest Dolaşımı İlkesi
Avrupa Birliği (AB) turizm ilişkilerini bir de turist rehberleri açısından ele alalım. AB üyelik sürecinde, turist rehberleri açısından en önemli konular “Hizmetlerin Serbest Dolaşımı” ve rehberlerin eğitim standardı.
TUREB’in de üyesi olduğu Avrupa Rehberler Birliği FEG’in en önemli gündemlerinden biri, Türk turist rehberlerini de yakından ilgilendiren hizmetlerin serbest dolaşımı konusudur. FEG’e göre, turist rehberliği, her zaman kent, bölge ya da ülke gibi belirli bir mekanla doğrudan bağlantılıdır. Bir ülkeden veya yöreden diğerine taşınamaz. Ayrıca yöreye has bilgilerin sürekli güncellenmesini gerektirir. Yerel olarak edinilmesi gereken pratik ve akademik beceriler büyük bir uyum içinde beraberce kullanılır. Bu nedenle turist rehberliği, tur liderliği ve turizmin diğer dallarından farklı olarak yöreye has bir meslek olarak kendini gösterir. Bu bakış açısına uygun olarak, AB ülkeleri içinde seyahat eden yabancı gruplar o ülkenin müze ve ören yerlerini ev sahibi ülkenin rehberi eşliğinde gezmektedir. Ancak, AB Adalet Mahkemesi, bu tür uygulamaların hizmet temin etme özgürlüğünü kısıtladığı gerekçesiyle, yabancı rehberlerin çalışmalarını yasaklayan ülkelerin iç yasalarında değişiklik yapmalarını talep etmiştir.
Turist Rehberleri Birliği TUREB, FEG’in bu konu ile ilgili olarak Avrupa Komisyonu yetkilileri ile görüşmelerini yakından izlemekte, rehberliğin yöreye has bir meslek olduğuna dair savını desteklemektedir. Ancak AB mevzuatı çerçevesinde açılan uluslararası davalarda FEG’in bu görüşü ne yazık ki hükmünü yitirmektedir. Bu konuda en taviz vermeyen ülke olan İtalya bile açılan davaları kaybederek, rehberlik mesleğiyle ilgili kanunlarını revize etmektedir. Avrupa’nın diğer ülkelerinde de durum gittikçe bu yöne kaymakta, yerel rehber alma zorunluluğu ortadan kalkmaya başlamaktadır. Bu konuda Türkiye, diğer ülkelere oranla çok daha hassas bir konuma sahiptir. Örneğin, Çanakkale Şehitliği’ni İngiliz rehberlere, Ayasofya’yı Yunan rehberlere, Güneydoğumuzu bir Fransız rehberin anlatımına bırakmak istemeyiz. TUREB, soruna fanatik milliyetçi bir gözle bakmadan, belirli hassasiyetleri gözönünde tutarak, özellikle hassas bölgelerde yabancı rehberlere topraklarımızda rehberlik yapma izni verilemeyeceğini düşünmektedir.
Bunu önlemenin tek çaresi mesleğe giriş standartlarının yükseltilmesinden geçer. Bu da ancak Rehberlik Meslek Yasası’nın çıkarılması ile mümkündür. Rehberlik yasal bir zemine oturtulursa hem verilen hizmetin standardı yükselecek hem de hizmetlerin serbest dolaşımı ilkesi gereğince rehber olmak için TC vatandaşı olma koşulu kaldırılsa bile, yabancı rehberlerin zorunlu olan eğitim ve bilgi standardına erişmeleri veya bunun kendi ülkelerinden alınmış denklik belgeleriyle gösterilmesi çok güç olduğu için ülkemizde rehberlik yapması dolaylı yoldan da olsa engellenmiş olacaktır.
Diğer konu, AB ülkelerindeki rehberlerin eğitimi konusunda yürütülen AB standardı çalışmaları. Bu süreç devam ediyor, rehberliği ciddiye alan ülkeler standartların olabildiğince yüksek tutulmasını savunurken bir grup ülke de aşağı çekmek için çabalamakta. TUREB tabii ki birinci grupta yer alıyor.
Türk Mutfağı ve Turizm
Dünyada yeni turist profilinin belirlenmesi için yapılan çalışmalar, turistlerin gittikleri ülkelerde tarihi ve turistik mekanlar kadar o ülkenin mutfağıyla da yakından ilgilendiklerini gösteriyor. Turistler, özellikle kültür turistleri, farklı yerler görmek kadar farklı tatlar tatmak için de seyahate çıkıyorlar. Bu anlamda ülkemiz, sadece mutfağının zenginliğiyle bile çekim merkezi olabilecek özellikte. Zeytinyağlılardan, kebaplara, iç pilavdan tatlı çeşitlerine kadar ülkemize gelenlerin damaklarında unutamayacakları tatlar bırakabilecek bir mutfağımız var. Ancak, mutfağımız yeterince tanınmadığı için Dünya Mutfakları Ligi sıralamasında ilk 5 arasında yer alamıyoruz. Bunun nedeni, bize özgü değerlerin pazarlanması ve sunumunda yeterince başarılı olamayışımız.
Ülkemize gelen turistler genel olarak Türk yemeklerini beğendiklerini ifade etseler de, en çok neyi beğendiniz diye sorsanız sayabilecekleri birkaç yemekle sınırlı kalıyor: Şiş-kebap, döner, gözleme, baklava’dan öteye gidemiyorlar. Bunda, kitle turizmi yapmamızın payı da var. Çünkü kitle turizminde genel olarak herşey dahil sistemle çalışıldığı için turistler, yeme-içme ihtiyaçlarını otellerde karşılıyor. Yani herşey dahil sistemle ülkemize gelen bir turist, Türk mutfağını kaldığı otelde çıkan yemeklerle tanıyor. Bu otellerdeki aşçılarımız yüzlerce insana kısıtlı bütçelerle yemek hazırlarken ‘tatmak değil, doymak’ amacına yönelik çalıştıklarından bu yemekler hafızalarda kalıcı izler bırakamıyor.
Kitle turizmi değil de kültür turizmi için ülkemize gelen turistler bu konuda çok daha şanslı. Tarihi turistik mekanları gezerken verilen molalarda gidilen restoranlar turistlere eşsiz tatlarla tanışma olanağı sunuyor. Örneğin, bir Güneydoğu turunda Şanlıurfa’da Balıklıgöl’ü, ve çevresindeki Halil’ür-Rahman, Hasan Paşa ve Rızvaniye camilerini dolaştıktan sonra çarşıdan, dostlarına rengarenk Urfa bezleri, isot, acı biber, kahve, mırra fincanı gibi hediyeler alan turist, akşam da restore edilerek turizme kazandırılmış geleneksel bir Urfa evinde yediği yemeğin tadını unutabilir mi?
Bakın Mutfak Dostları Derneği’nin Yönetim Kurulu üyesi Sevgili Sevim Gökyıldız bunu nasıl özetliyor: “Ben tanıtımı yaparken dekor, tanıtım biçimi, yemekler, hepsini birlikte düşünüyorum. Siz bir yemeği herhangi bir yabancıya beyaz tabakla, bir beyaz masa örtüsünün üzerinde sunarsanız, en lezzetlisi de olsa, onu Türk yemeği diye hatırlamayacaktır. Herşey kendi dekoru içinde olmalı. Kokular da çok önemli. Yemekleri sunduğumuz restorana girince, Türkiye’yi temsil edebilecek bir kokuyu algılamalarını isterim.”
Son yıllarda Türk mutfağının tanıtılması ve dünya liginde hak ettiği yeri alması için çok önemli çalışmalar yapılıyor. Genç aşçılarımız uluslararası birliklere üye olarak çok başarılı çalışmalara imza atıyorlar.
Diğer kültür hazinelerimiz gibi geleneksel mutfağımıza ait tatları da yine bize özgü mekanlarda yaşatmaya devam etmek ve gelecek kuşaklara bu tatları daha da çeşitlendirerek aktarmak ülkemize ve turizme gönül verenlerin amaçları arasında olmalıdır. Dünyada daha fazla ve daha iyi tanınmak, daha fazla kişinin ilgisini çekmek yurdumuza daha çok turist gelmesini sağlayacak ve ekonomiye katkısı yanı sıra uluslararası saygınlığımıza da katkıda bulunacaktır.
Ekoturizm ve Tatuta
Türkiye’de, ‘turizm patlamalarının’ yol açtığı tahribattan ilk nasibini alan hep ‘bakir doğa’ oluyor. Sürdürülebilir turizm anlayışının bir türlü benimsenemediği ülkemizde turizmden milyarlarca dolar gelir elde edelim derken doğal kaynaklarımızı ne yazık ki gözümüzü kırpmadan tüketiyoruz. Oysa, turizmi doğal ve geleneksel çevreye zarar vermeden de icra edebilmenin yolları var. Örneğin, bizim gibi turizm ekonomisini ‘kitlesel turizm’ üzerine kurmuş ülkelerin yeni arayışlara yöneldiği bir dönemde, ‘ekoturizm’ ciddi bir alternatif olabilir. Çünkü ülkemizin zengin coğrafyası ile doğal potansiyeli, doğa turizmi türleri açısından büyük bir şans.
Doğaya dayalı turizm olarak tarif edilen ekoturizm, çevreyi koruyan ve yerel halkın refahını gözeten, doğal alanlara karşı duyarlı bir seyahat ve konaklama biçimi. Ekoturizm, genellikle küçük gruplar halinde yapılır, konaklama ve yeme içme türü hizmetler yerel düzeydeki küçük ve orta ölçekli firmalar tarafından verilir. Yani bu turizm çeşidinde o bölgede yaşayan halk da turizmden yeterince pay alabilir. Ekoturizm için gelen konuklar arkalarında minimum iz bırakır.
Ülkemizde ekoturizme dayalı turizm aktiviteleri arasında; akarsu sporları (kano-rafting), dağ-doğa yürüyüşü (trekking), atlı doğa yürüyüşü, bisiklet turları, tarım turizmi, mağara turizmi, sportif olta balıkçılığı, kuş gözlemciliği (ornitoloji), botanik (bitki inceleme), milli parklar, yayla turizmi, vb. gibi daha birçok çeşit sayabiliriz. Profesyonel turist rehberleri olarak biz de bu turizm türleri konusunda özel eğitim alıyoruz. Bitki ve kuş gözlemciliği, yürüyüş, dağcılık ve doğa, mağaralar ve benzeri konularda uzmanlaşan pek çok meslektaşım var.
Ekoturizm kavramı Türkiye’de yeni tanınmaya başladı ve resmi kurumlar bu turizm türünün sürdürülebilmesi için, gerekli düzenlemeleri henüz gerçekleştirmiş değiller. Ancak, bu konuda yapılmış örnek nitelikte projeler var. Özellikle tarım turizmi konusunda örnek bir projeyi örnek gösterebiliriz: Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği tarafından Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın desteğiyle hayata geçirilen ‘TaTuTa’ (Tarım-Turizm-Takas Projesi). TaTuTa projesi, bu konuda gönüllü olan çiftlikleri ve turistleri buluşturuyor. Ekolojik tarım yapılan çiftliklere turistik ziyaret yapmak isteyenler için Antalya, Muğla, Burdur, Erzincan, Kastamonu, Manisa, Gümüşhane, Amasya, Çanakkale, Tokat ve Artvin gibi illerde proje kapsamında çiftlikler bulunuyor.
Antalya’da da bu çiftliklerde örnek çalışmalar gerçekleştirenler var. Örneğin, Olimpos-Beydağları Milli Parkı sınırları içinde yer alan Çıralı’da, Bayram ve Nuran Kütle ile iki çocuğu, misafirlerini evlerinin karşısındaki binanın birinci katında bir oda bir salonu, mutfağı, sıcak sulu banyosu ve alafranga tuvaleti olan dairede ağırlıyorlar.Yemeklerini turistlerle, evlerinin önündeki çardakta, kendi sofralarında paylaşan aile, konukları isterse konukevi mutfağında değerlendirilmek üzere kendi ürettikleri ekolojik ürünlerden veriyorlar. Aile üyeleri, uzun süredir tüm olanaksızlıklara karşın konvansiyonel tarıma ve kitle turizmine direnirken doğayı koruma ve doğa dostu uygulamalar konusunda çalışmalar yapıyorlar. Yine Çıralı’da Hidayet İtaatlı, Habib Altınkaya, Şaban Akıncı, İbrahim Şahin Çiftlikleri de Tatuta Projesi’ne dahil olan çiftliklerden.
Bu çifliklerde belki de hiç unutulamayacak bir tatil yapmak mümkün. Sakin bir ortamda, doğayla içiçe, huzur içinde bir tatil geçirebilir, dalından kopardığınızda kokusunu duyduğunuz domatesleri, organik ürünlerle hazırlanan sağlıklı yemekleri tadabilir, dilediğinizde Çıralı’nın eşsiz kumsalında denize girerek serinleyebilirsiniz! Dileğimiz ekoturizmi canlandıracak bunun gibi daha pek çok projenin hayata geçmesi.
Şans Oyunları Turizmi
Ülkemizde turizmi 12 aya yaymak, alternatif turizme yönelmek, nitelikli istihdam sağlamak için bugüne kadar pek çok öneri getirildi. Bunlardan bir kısmı hayata geçmeyi başaramazken, hayata geçen bazı turizm çeşitleri konusunda da ne yazık ki başarısızlıklarımız oldu. Buna en güzel örnek, dünyada en yüksek kazanç sağlayan turizm çeşitlerinden biri olan kumarhanelerdir. Kumar turizminden ülkemize düşen payı alamadık. Belki adının yarattığı olumsuz imajın da bunda büyük katkısı var. Aslında kumar yerine şans oyunları diye adlandırmak daha uygun.
Şans oyunlarına dayanan turizm, dünya turizm pastasında iştah açıcı bir dilim olarak yerini koruyor. Dünyanın en ünlü şans oyunları kenti Las Vegas’ın yıllık turizm geliri 30 milyar dolar civarında olup, otellerin doluluk oranı yüzde yüze yakın. Yılda 35 milyon ziyaretçi ağırlayan Las Vegas’ın şans oyunları gelirleri 6 milyar doların üzerinde. Komşumuz Yunanistan, 9 lisanslı şans oyunu salonundan yıllık toplam 800 milyon dolar vergi geliri elde ediyor. Yine komşumuz Bulgaristan’ın ise Türkiye ve Yunanistan’dan turist çekmek için şans oyun salonu yatırımlarını çoğaltma planları yaptığı ifade ediliyor. Romanya ve Slovenya’nın da bu amaçla şans oyunları turizmini ön plana çıkardığını biliyoruz. Kış döneminde bu üç ülkenin gazetelerde sayfa sayfa cazip fiyatlı ilanları yayımlanıyor. Şans oyunlarına olan tutkuları ile bilinen ve bol para harcayan İsrailli ve Rus turistler ile ülkemizden konuya ilgi duyanları bu turizme yatırım yapan ülkelere kaptırmış durumdayız.
Peki neden bu turizm dalında başarısız olduk? Doğru dürüst denetlenmediği için, yasalara uymadığı için kapatılan şans oyunu salonlarının acısı neden tüm turizm sektöründen çıkarılıyor? Bu alanda gelir elde etmekten neden bu kadar korkuyoruz? 13 Şubat 1998’de süresiz olarak kapatılan şans oyunu salonlarının adını bile anmak günümüzde tepki alabiliyor. Oysa kumarhaneler eski çağlardan bu yana en önemli eğlence araçlarından biridir. Şans oyunları artık dünyada bir hobi olarak kabul görüyor. Nasıl kuş gözlem turizmi için dünyanın bir ucundan öbür ucuna giden gezginler varsa, şans oyunları için dünyanın her köşesine gidecek ve bu uğurda bol para harcayacak tutkunlar da var. Bizce, turizmde geniş bir ürün yelpazesine sahip olan Türkiye’nin de bu alanda da var olması gerekir.
Şans oyunlarının yasaklanmasının Türk turizmine zarar verdiği bir gerçektir. Geçmişteki olumsuzluklar hukuksuzluk nedeniyle yaşanmıştır. Kumarhanelerin, yeni bir yasa çıkarılarak kontrollü bir şekilde, kuralları iyi belirlenerek ve sıkı denetim yapılarak yeniden açılması halinde eski sorunlar yaşanmayabilir. Hatta vekillerimizin önerdiği gibi bir bölge seçilip sadece burada izin verilerek konu kontrollü sürdürülebilir. Yeter ki korkmayalım, cesur olalım!
Antalya Kruvaziyer Turizmine Hazır mı?
Kruvaziyer Hatları Uluslararası Birliği’nin (Cruise Lines International Association-CLIA) anket ve araştırmaları, tüm dünyada büyük lüks yolcu gemileriyle yapılan seyahatlerde altın bir yıl yaşanacağını ortaya koyuyor. Gerçekten ülkemizde de kruvaziyer turizminde büyük bir hareketlilik gözleniyor.
Kruvaziyer turistleri, orta ve üstü yaş grubundan, gelir düzeyi yüksek kişilerden oluşuyor. Kruvaziyer turizminin ülkemiz açısından belki de en önemli özelliği daha önce Türkiye’nin adını bile duymayan seyahatseverlerin rotasını limanlarımıza çevirebilme özelliğine sahip olması. Çünkü gemi seyahatine çıkan insanlar çoğunlukla Türkiye’ye gidiyorum diye yola çıkmıyor. Ege, Akdeniz, Yunan adaları turlarını satın alıyorlar ve geminin rotasında yer alan Türk limanlarına da bu vesile ile uğruyorlar. Ülkemize ayak bastıktan sonra tarihi, kültürel ve doğal güzelliklerimize hayran kalarak, 1-2 yıl içinde tekrar geliyorlar. Yani bu turistlere yerinde tanıtım yapma fırsatı buluyoruz ve şüphesiz başarılı oluyoruz.
Bilindiği üzere Antalya Limanı’nın yeni sahibi Global Yatırım Holding’e bağlı Akdeniz Liman İşletmeciliği oldu. Limanın rehabilitasyonu için kısa vadede 4-5 milyon dolarlık yatırım yapılması öngörülüyor. Kruvaziyer gemi şirketlerinin de 2008 yılından itibaren Antalya’yı programlarına almaya başladılar. Limanın yeni sahibi olan şirketin yukarıda bahsettiğimiz ‘tekelleşme’ eğilimi umarız Antalya’da da yaşanmaz. Bunun için şimdiden önlemler alınması şart. Çünkü kruvaziyer turizminde Antalya’nın da söz sahibi olabilmesi için dünyanın tüm büyük kruvaziyer gemilerine kapılarının açık olması gerekir.
Bunun yanı sıra Antalya’nın ağırlıklı olarak “yolcu değiştirme limanı” olarak kullanılması için çalışma yapılmalıdır. Kruvaziyer turizminin önemli bir kısmında merkez olarak kabul edilen kente uçakla gidilip, gemiye biniliyor, geminin gezi rotasını tamamlamasının ardından tekrar aynı merkezden uçakla geri dönülüyor. Bu süre zarfında birkaç gecelik konaklama da yapılıyor. Bu merkezler ‘turn around- değişim yeri’ olarak adlandırılıyor. İşte Antalya limanı, hem konaklama kapasitesi hem de tarihi ve kültürel güzellikleri nedeniyle bu tür bir işlevi rahatlıkla üstlenebilecek özelliklere sahip. Böylelikle ilkbahar ve sonbahar aylarında yapılacak ‘turn around’ operasyonları ile bölgede turizmin 12 aya yayılmasına da katkı sağlanmış olacaktır.
Rehberlerden Alternatif Turizme Destek
Ülkemizin geleceğinin turizm sektöründe olduğu düşüncesi, artık hem hükümet, hem sivil toplum kurumlarınca, hem de halk tarafından kabul görüyor. Buradan yola çıkarak turizm sektörünün gelişmesi için her gün yeni projeler üretiliyor. Turizm sektörünün tüm birimleri Türkiye’nin sahip olduğu geniş turizm yelpazesinden daha fazla yararlanmak için çalışıyor. Turizm çeşitliliğinin arttırılması ve alternatif turizm alanları yaratılması için çalışmalar sürüyor. Sektörün önde gelen kurumları, turizmde çeşitliliğin nasıl arttırılacağı, nereye, hangi yatırım yapılırsa verim alınabileceği, turizm hareketinden yerel halkın en fazla nasıl fayda göreceği, yerel yönetimlerin turizm bilincinin arttırılması için ne yapması gerektiği ve benzeri konularda yoğun çalışmalar içinde. Her kurum kendi bakış açısından konuya yaklaşarak turizmde çeşitliliğin arttırılması için projeler üretiyor.
Profesyonel turist rehberlerinin meslek örgütü Turist Rehberleri Birliği de, turizm çeşitliliğinin arttırılmasına katkıda bulunmak ve değişen turizm trendlerini belirlemek amacıyla bir anket çalışması başlattı. Seyahat acenteleri ve üniversitelerle işbirliği içinde gerçekleştirilen anketin sonuçlarına göre, turist rehberlerine yönelik yeni ‘uzmanlık programları’ açılıyor. Böylece ülkemize gelen turistleri konusunda uzman rehberler gezdireceği için hizmet kalitesi artacak. Uzman rehberlerin katkılarıyla, seyahat acenteleri yeni ürünler geliştirecek ve bu ürünlerin uluslararası tanıtımını yapacak.
Bilgi birikimi ve yüksek eğitim seviyesi ile dünyadaki meslektaşlarından zaten daha nitelikli olan Türk rehberler, üniversiteler ve sektör kuruluşları ile işbirliği içinde hazırlanan uzmanlık programları sayesinde daha özel niteliklere ve prestije kavuşuyor. Yeni turizm çeşitlerinin gelişmesine katkıda bulunacak bu programlar, kültür ve doğa turizmi alanlarında ağırlıklı olmak üzere ülkemize gelen turist profilinin zenginleşmesine ve turizmde ürün çeşitliliğine de destek olacak.
TANITIM
Turizm Üst Kurulu
Tanıtımda Güç Birliği Şart
Türkiye’de turizm sektörüyle ilgili konularda doğrudan ya da dolaylı çalışmaları olan ülkesel ve yerel birçok grup var. Ülkesel bazda Kültür ve Turizm Bakanlığı, TOBB, TÜRSAB, TÜROFED, TUREB, THY gibi kurumlar yer alırken, yerel bazda turizm sektör temsilcileri, valilikler, belediyeler, ticaret odaları ve turizmcilerin kurduğu sivil toplum örgütleri gibi kurumların bazı çalışmalar yürüttüğü bilinmekte. Her kurum, Türk turizminin gelişmesi ve ülkemizin turizmden daha fazla gelir elde etmesini amaçlamakta; elinden geldiğince en iyisini yapmak için çabalamakta.
Turizmciler, önümüzdeki dönemde daha fazla turist çekmek ve Türkiye’yi daha iyi tanıtmak için bir dizi faaliyetler yürütüyor. Herkes kendi olanakları ölçüsünde fuarlara katılarak, çeşitli etkinlikler düzenleyerek ya da turizm tüketicilerine yönelik yeni kampanyalar sunarak tanıtımlar yapmaya çalışıyor. Acenteciler, otelciler, turist rehberleri, kongre büroları, havayolu şirketleri kısacası sektörün her biriminin kendine özgü çalışma sistemleri var. Sektördeki kurumlar arası toplantı trafiği de yoğun.
Turizm kurum ve kuruluşlarının yürüttüğü bu bireysel faaliyetler elbette ki takdire değer nitelikte. Ancak kurumların bazen kendi dairesi içindeki çabaları tek başına yeterli olmuyor, birçok turizm projesi kısıtlı olanaklar nedeniyle gerçekleşemiyor, ya da etkisi beklenenden az oluyor. Oysa güç birliği yapılsa, sektörü doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen her kurum bir araya gelerek var olan enerji tek noktada toplansa çok daha etkin sonuçlar çıkacak.
Öte yandan, Turistik İşletmeciler, Otelciler ve Yatırımcılar Birliği (TUROB), İstanbul’u tanıtmak amacıyla, yurtdışı fuarlarda dağıtmak üzere son derece zengin içeriğe sahip bir katalog yaptırdı. Aynı amaçla hareket eden İstanbul Ticaret Odası’nın da bir İstanbul kataloğu var. Hatta İstanbul Kongre ve Ziyaretçi Bürosu (ICVB)’nin hazırladığı İstanbul rehberi de bu iki kurumunkinden çok farklı değil. İçerikleri birebir aynı olmasa da çok benzeyen bu kataloglar için bu üç kurum ve diğer ilgili kurumlar bir araya gelse ve tek bir katalog bassa hem zamandan hem enerjiden hem de paradan tasarruf edilmez miydi?
Bize göre tanıtım tek elden yapılmalı ve bunu tek bir kurum organize etmeli; bu da Turizm Üst Kurulu olabilir.
Olta ile ‘Turist’ Avlamak
Türkiye, eşi bulunmaz tarihi dokusu ve zengin doğal kaynakları ile turizm ürünleri açısından dünya ülkeleri arasında üst sıralarda yer alıyor. Ne yazık ki yurtdışında bu özelliklerine uygun oranda tanınmıyor. Ülkemizin tanıtımı için yapılan harcamaların, tanıtım kampanyaların hedeflenen turist profiline uygun olup olmadığı ise hiç sorgulanmıyor.
Türkiye’ye gelen turistler, ülkemizde kaldığı süre içerisinde gezdikleri yerlerden ve gördüklerinden çok olumlu etkileniyor, hemen hepsi ülkemizden memnun ayrılıyor. Hatta çoğu, önyargılarla geldikleri ülkemizde gördüklerine inanamıyor, “Biz Türkiye’yi böyle bilmiyorduk” diyorlar. Demek ki ülkemize gelen turisti memnun göndermede sorunumuz yok, zaten yapılan anketler de bunu gösteriyor. Bize göre asıl sorun yurtdışı tanıtımlarında izlediğimiz politikalarda, daha doğrusu ‘politikasızlıkta’…
Türkiye’nin turizmden ‘ekonomik’ ve ‘kültürel’ olmak üzere iki farklı alanda beklentisi var, yoksa da olmalı. Siyasilerin söylediğine göre turistlerden milyarlarca dolar gelir elde edip, cari açığı kapatmak birinci hedef. Bize göre kültürel hedef de en az ekonomik hedef kadar önemli. Çünkü, kültür turizmi, ülkemizin dünya konjonktüründe hak ettiği yeri almasına ve ülkemize yönelik önyargıların kırılmasında etkin rol oynayabilecek başlıca turizm çeşidi. Elimizde böyle büyük bir koz varken neden kullanmayalım?
Turizm hareketlerini planlarken ekonomik katkılarını da göz ardı etmeden ve aynı zamanda turizmi tüketmeden icra etmenin yollarını bulmak zorundayız. Bunun için de alt gelir grubuna ait milyonlarca turist getirip ülke rezervlerimizi tüketmek veya ucuza kullandırmak yerine, daha yüksek gelir grubundan, ülkemizin kültürel zenginliklerini tanıyıp, özümseyebilecek ve ülkelerine döndüklerinde bizim adımıza Türkiye’yi tanıtacak turistleri hedeflemeliyiz. Bazı üst düzey turizm yetkilileri bu konu kendilerine sorulduğunda “Canım, zengin turist geldi de, biz gelmesin mi dedik?” gibi talihsiz açıklamalar yapmaktan öteye gidemiyorlar. Bu tip sıradan ve popülist yaklaşımlar Türk turizminin vizyonsuzluğunu ortaya koyuyor.
Diyelim ki denizde olta ile balık avlıyorsanız, ne tür balık istiyorsanız, oltanızı ve yeminizi ona göre seçersiniz. Türkiye de yurtdışından turist çekmeye çalışırken doğru politikaları belirlemiş olsaydı, hedeflenen turist profilini çoktan ‘avlamış’ olurdu. Büyük panolara kumsalda güneşlenen mayolu güzel kızlar asarak Türkiye reklamı yaparsanız, tatilini deniz-kum-güneş ekseninde geçirmek isteyen alt gelir grubuna ait turistleri hedeflemiş olursunuz. Bu gruptaki turistler de gelirler, yerler, içerler, denize girerler ve giderler; kısacası, tüketirler.
Türkiye’nin tanıtımı söz konusu olunca herkes çok rahat konuşuyor, kültür turizmi hamleleri de yıllardır siyasilerin dilinden düşmüyor. Türkiye’nin gönüllü kültür elçileri biz profesyonel turist rehberleri ise ülkemizi doğru tanıtmak adına üzerimize düşen görevi layıkıyla yerine getirmeye çalışırken, gördüğümüz manzaradan üzüntü duyuyoruz.
Turizmde Kişi Başı Gelir Nasıl Artar?
Türk turizminin özlediği turist profilini tanımlamak gerekirse öncelikle Amerikalı ve Japon turistlerin özelliklerini incelememiz gerekir.
ABD’li turistler uzak bir ülkeden geldikleri için Türkiye’de en az 2-3 hafta kalmakta; genellikle 15 günden az kalan turist olmuyor. Ülkemizin tarihi ve doğal güzelliklerini görmeye gelen, zengin kültür mirasımızın havasını solumak isteyen ABD’lilerin öncelikli olarak görmek istedikleri yerler İstanbul, Kapadokya ve Efes. Troya’nın Yunanistan’da olduğunu düşündükleri için Türkiye’de olduğunu duyunca çok şaşırıyorlar. Mavi yolculuk da Amerikalıların tercih ettiği turlardan. Gemilerle Kuşadası ve İstanbul’a gelenlerin Türkiye’ye ikinci defa gelme eğilimleri çok yüksek. Ülkemizi ziyaret ettikten sonra %99’u memnun ayrılan Amerikalılar en az 5-10 kişiyi daha Türkiye’ye gönderiyor.
Ve Japonya. Bu ülkede yılda ortalama 20 milyon kişi yurtdışına seyahat ediyor. Japonların çoğunluğu tarih ve kültürle ilgili. Dünya kültür mirasına girmiş yerleri özellikle görmek istiyor. (Ne var ki son yıllarda ülkemizi tercih etme nedenleri arasında ucuz bulmaları önemli rol oynamakta.) Genel anlamda markalara ve alışverişe özel ilgileri var. Türkiye’de en çok gezdikleri yerler İstanbul, Kapadokya, Efes, Pamukkale ve Troya. Japonya’da tatillerin az olması sebebiyle çalışan kesimden çok emekliler, ev hanımları ve tatil dönemlerinde öğrenci ve öğretmenler geliyor, yani gelenlerin yaş ortalaması yüksek. Ülkemizde kalış süreleri iki haftaya kadar çıkabiliyor.
Yukarıda özelliklerini saydığımız her iki ülke turistleri Türk turizminin özlediği profile sahipler. Bu iki pazarın Türkiye’ye kişi başı bıraktığı döviz miktarı diğer ülkelerden gelen turistlere oranla 4-5 kat daha fazla.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye’nin yurtdışında tanıtımı için ayırdığı bütçeyi, çoğunlukla ülkemize gelen turist sayısına göre paylaştırıyor. Bu durumda, bir ülkeden ne kadar çok turist geliyorsa genellikle o ülkeye ayrılan tanıtım bütçesi o kadar fazla oluyor.
İşte bizce yanlış burada. Yüksek gelir bırakan ve kültür turizmi için kış aylarında bile ülkemize gelen turistlerin yoğunlaştığı ABD ve Japonya gibi ülkelere ayrılan tanıtım bütçesi, deniz-güneş-kum turizmi için herşey dahil paketlerle milyonlarla ifade edilen rakamlarda gelen turistlerin yoğunlaştığı Batı Avrupa veya Rusya gibi ülkelere oranla oldukça düşük kalıyor.
Oysa yurtdışı tanıtım bütçesi en çok turist gelen ülkeye göre değil, en yüksek turist profiline sahip ülkeye göre yapılırsa turizmden elde edeceğimiz gelir daha üst seviyelere çıkacaktır. Üstelik, kültür turizmi sayesinde ülkemizin yurt dışında tanınırlığı ve prestiji de artacaktır. Kültür turisti gönderen ülkelere 5 yıl üst üste yoğun tanıtım bombardımanı yaptığımızı düşünün, kişi başı harcama oranı yüksek olan kültür turistlerinin ülkemize ekonomik katkısı deniz turizmi için gelen turistlere oranla ne kadar yüksek olacaktır?
Hangi pazara nasıl tanıtım yapılacağı konusu çok hassas bir konu; tanıtım kampanyalarının gerçekten etkili ve doğru yapılabilmesi için turist profillerinin iyi analiz edilmesi şart.
Hedef Amerikalı Turist!
Amerikalı turistlerle Avrupalı turistler arasındaki en belirgin fark zamanı değerlendirme biçimleri. Bir Avrupalı turist müze gezer, tarihi mekanları ziyaret eder, güzel bir restoranda yemek yer ve günü bitirir. Ama Amerikalı asla bunlarla yetinmez; hep daha fazla şey görmek, daha fazla gezmek ister. İngilizler bir yemeğe 5 doları zor verip en güzel mönüyü beklerken, ABD’li güzel bir mönü için 50 doları gözden çıkarabilir. Çünkü Amerikalı cebinde bol parayla gelir, gezer, eğlenir, alışveriş yapar, ülkemizdeki tarihi ve kütürel zenginliklerin tadını çıkarmasını bilir. Genelde Türkiye’de kültür turuna çıkan ABD’li turistlerin yaş ortalaması 55-65’dir. Bakın TÜRSAB’ın ARGE departmanından aldığımız veriler ABD’li turist profilini nasıl tanımlıyor:
“ABD’liler yurtdışı seyahatlerine ortalama olarak 82 gün önce karar veriyor ve havayolu rezervasyonlarını 52 gün önceden yapıyorlar. Rezervasyonlarını seyahat acentesi ile yapma oranı yüzde 58. Doğrudan havayolunu arayanların oranı da yüzde 21. ABD’lilerin seyahatlerine karar verirken en büyük bilgi kaynakları yine seyahat acenteleri. Bu oran yüzde 54 düzeyinde. ABD’lilerin bilgisayar kullanma alışkanlıkları da son derece gelişmiş. Yurtdışına çıkan ABD’lilerin yüzde 17’si seyahati ile ilgili bilgiyi kendi bilgisayarından alıyor. Yüzde 20’si de arkadaşlarına danışıyor. Konaklama rezervasyonlarında seyahat acentelerinin kullanımı yüzde 26’ya düşüyor. Yüzde 41’i yalnız gezen ABD’lilerin, yüzde 21’i de ailesiyle yurtdışına seyahate çıkıyor.”
Turizmde kıtalar ötesi destinasyonların keşfedilmesinin en kolay yolu elbette ki havayolu ulaşımının kolaylaştırılması, yani o ülkenin en hızlı ve kolay ulaşılabilir olmasından geçer. Bugün ABD’den ülkemize turist getiren havayolu şirketlerinin sayısı son derece az. Türk Hava Yolları’nın tarifeli uçuşlarının dışında eklenecek ucuz tarifeli uçuşlar (low cost carrier) ABD’li turistlerin ülkemize gelmesinde etkili olacaktır. Özel havayolu şirketlerinin seyahat acentelerinden koltuk doldurma garantisi alması durumunda Türkiye’ye ilgisiz kalmayacağını düşünüyoruz.
Etkili Tanıtım İçin Bir Kampanya Önerisi
Türkiye’ye kültür turizmi için gelen turistlerin çok daha yüksek bir gelir ortalamasına sahip oldukları ortada. Ayrıca, kültür turizminin ülkemizde turizmin tüm yıla ve tüm bölgelere yayılabilmesi için önemli bir alternatif olduğunu bir kez daha vurgulamakta yarar var.
Biz profesyonel turist rehberleri, çeşitli ülkelerden kültürel amaçlı turlar için gelen turistleri bilgilendirirken, onlara değişik deneyimler yaşatıp, eğlenmelerini de sağlayacak sunumlar yaparak mesleğimizi çok yönlü biçimde icra ediyoruz. İş yaşamımızda binlerce turisti gezdirirken hiç de küçümsenmeyecek düzeyde deneyim kazanıyoruz. Yabancıların nelerden hoşlandıkları, neleri merak ettikleri, önyargılarının hangi etkenlerle nasıl kırıldığı türünden deneyimler bunlar. Ülkemizin tanıtımında izlenecek yöntemlerde bizim deneyimlerimizden yararlanılmaması önemli bir eksiklik. Yapılan araştırmaların da gösterdiği gibi ülke tanıtımında izlenen geleneksel yöntemler hiçbir zaman yüz yüze tanıtım kadar etkili olamıyor.
Örneğin, Türkiye’nin arkeoloji, sanat tarihi, inanç turizmi alanlarında uzmanlaşmış profesyonel turist rehberleri, yurtdışındaki ilgi gruplarına geleneksel yöntemlerle veya bilgisayar teknolojilerini kullanarak, önceden çerçevesi belirlenmiş sunumlar yapabilir. Sunumlar dinleyicilerin rahatlıkla soru sorabilecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri biçimde tasarlanabilir; bunlar, Türk müziği dinletileri, geleneksel el sanatlarımızdan seçmelerle, örneğin ebru ustalarının uygulamaları ile de desteklenebilir. Bu tür etkinlikler için kültür turizmi amacıyla ülkemize daha sık geldiği bilinen ve daha fazla potansiyel taşıyan ABD, Avustralya, Japonya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin potansiyel kültür turistlerine oradaki müşavirliklerimiz, tanıtım ofislerimiz aracılığıyla ulaşılabilir. Bu kanallar bize o ülkenin sivil toplum kuruluşları, üniversiteleri, belediyeleri, müze ve kültür merkezleri, hatta kiliseleri ile iletişim kurma imkanı da sağlayabilecektir.
Kültür turistleri ayaklarına kadar gelmiş, bol görsel malzeme destekli sunumlardan şüphesiz etkilenecektir. Birebir iletişim kurabildiği, kendi dilini mükemmel konuşan rehbere, her türlü soru sorma ve tatmin edici cevaplar alma imkanı da bulacak, seyahatlerini planlarken eminiz ki Türkiye seçeneğini ön sıralara alacaktır. Bunun bir kampanya ile hedef ülkenin tüm kentlerinde gerçekleştirildiğini düşünün. Ulaşılan kültür turisti sayısı kat kat artacaktır.
Türkiye’nin tanıtımını başarıyla gerçekleştiren turist rehberlerine otelciler, acenteciler gibi yurtdışı turizm fuarlarında da temsil görevi verilmesi şart. Uluslararası turizm fuarlarının Türkiye’nin ve Türk turizminin yurtdışındaki tanıtımındaki yeri ve önemi tartışılamayacak kadar büyük ve profesyonel turist rehberlerinin bunun için biçilmiş kaftan olduğunu görmek zor değil.
Rehberlerle Tanıtım
19 yıldır turizmin içinde profesyonel turist rehberliği mesleğini icra eden, turizm yazarlığı ve yayıncılığı yapan bir rehber olarak, biri bana gelip “Ülkemiz turizminin en yetkili konumunda olsaydın ilk olarak ne yapardın?” diye sorsa, hiç düşünmeden yanıtım şöyle olurdu: Kültür turizmi ağırlıklı politikalar üretir, tanıtım için ağırlıklı olarak yüz yüze iletişim yöntemini seçer ve bu amaca ulaşmada profesyonel turist rehberlerini kullanırdım!
Bunun için, Türkiye’nin dört bir yanına dağılan, rehberlik yaptıkları yabancı dile ve kültürüne hakim, sunum yeteneği yüksek rehberleri bir araya getirirdim. Bu rehberlerle günler hatta haftalar boyunca çalışıp, beyin fırtınası toplantıları yapar, buralardan çıkan sonuçlara bağlı olarak, turist beklediğimiz her ülke için rehberlerden oluşan güçlü bir tanıtım ekibi kurardım. Bu ekiplere gerekli donanımları sağlayarak, yüz yüze tanıtım yapmak üzere o ülkelere gönderirdim. Gittikleri ülkelerde en az 40-50 kişilik gruplar olmak üzere, değişik başlıklar altında değişik ortamlarda ülkemizle ilgili sunumlar yaptırırdım. Aynı anda birçok ülkede gerçekleştirilen eş zamanlı yüzlerce sunumu düşünün. Ülkemizin en çarpıcı özelliklerinin öne çıkarılmasıyla gerçekleştirilen bu sunumlarda, dinleyicilerin rahatlıkla soru sorabilecekleri ortamlar yaratırdım. Bu organizasyonları, Türk müziği dinletileri, ebru ve hat ustalarının uygulamaları gibi geleneksel el sanatlarımızdan seçmeler, vb. ile destekler, sunumlara gelen kişilere, ülkemizin kültür varlıklarının simgelendiği sembolik küçük armağanlar dağıtırdım.
Düşünsenize kendi ayağına kadar gelmiş, bol görsel malzeme destekli bu tip sunumlardan kim etkilenmez? Özellikle turist rehberlerinin beden dili kullanımı ve akıcı sunumları mutlaka etki yaratırdı. Birebir iletişim kurabildiği, kendi dilini çok iyi konuşan rehbere, her türlü soru sorma ve tatmin edici cevaplar alma imkanı da bulacak olan dinleyicilerin büyük çoğunluğu, artık seyahatlerini planlarken Türkiye seçeneğini ilk bir iki yılın içine alacaktır.
Fuarlarda Daha Etkin Tanıtım
Özellikle uluslararası fuarlarda ülkemiz önemli turizm destinasyonlarının, başta İstanbul olmak üzere ayrı standlarla temsil edilmeleri gerekmektedir. Çağdaş ve görsel güzellikleri ön plana çıkaran stand tasarımları, yöresel doğal ürünler, el sanatları, özel tatlar tanıtımları, yeterli basılı materyal, standlarda yeterli bilgiyle donatılmış eğitimli personel görevlendirilmesinin ülkemiz turizminin geleceği açısından en büyük yatırım olacağı inancındayız. Turizm sektörü için çok önemli bir fırsat olan bu tür organizasyonlara katılımda devlet, sektör kuruluşları, özel sektör işbirliği ve eşgüdümünün sağlanması hem maliyetin paylaşılmasını hem de tanıtımın çok yönlü ve etkin olmasını sağlayacaktır.
Tanıtımda İnternet
Yapılan araştırmaların da gösterdiği gibi ülke tanıtımında izlenen geleneksel yöntemler hiçbir zaman yüz yüze tanıtım kadar etkili olamıyor. Ancak en az yüz yüze tanıtım kadar etkili olan bir başka yöntem var o da internet. Dünyada tanıtım, hızla internet üzerine kaydı. İnternet, bilgisayar ortamında herkesin istediği an istediği veriye ulaşması olanağını sunarak tüm yaşamımızı olduğu gibi turizmi de değiştirdi. Turizm ve seyahat bilgilerini internete taşıyan ve teknolojik gelişmeleri yakından izleyen uzmanların ortak görüşü; günümüzde elektronik ticaret içinde (kitap ve CD’den sonra) üçüncü sırada olan seyahat ve turizm ticaretinin, kısa süre içinde birinci sıraya çıkacağı yönünde. Ayrıca dünyadaki en büyük online rezervasyon sitesi www.expedia.com ↗’a göre, bugüne kadar ‘.com’, ‘.org’, ‘.gen’ gibi adresleri kullanan turizm içerikli web siteleri artık ‘.travel’ uzantısıyla aranacak. Bu bile turizmin internetteki ‘özel’ konumunu anlatmaya yetecek bir gelişme. Peki Türkiye internet gibi önemli bir tanıtım aracını nasıl kullanıyor?
Türkiye’nin tanıtımı ile ilgili web sitelerine baktığınızda, ne yazık ki birbirinin kopyası metinlerle, fotoğraflarla süslenmiş, üstünkörü hazırlanmış sayfalarla karşılaşıyorsunuz; yani internette hem içerik hem de görsel malzeme eksiğimiz var. Türkiye ile ilgili bilgi arayan bir potansiyel turistin internette gezerken hep aynı malzemelerle karşılaşması, şüphesiz ülkemizin tanıtımını olumsuz etkiler, potansiyelinin yeterince aktarılamamasına neden olur.
Önerimiz bu eksikliğin giderilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın öncü rol oynaması; bu iş için özel bir birim kurması ve internetteki tanıtım faaliyetlerine hatırı sayılır ölçüde bütçe ayırması. Bakanlığın içinde belki de ‘yeni medya’ başlığı altında kurulacak bu birim, işe bol görsel malzeme destekli bir ‘bilgi bankası’ kurarak başlayabilir. Bu geniş bilgi bankasının, tanıtımla doğrudan ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından belli koşullar çerçevesinde kullanılmasına izin verilebilir. Yani Bakanlık, ‘Bu bilgileri internet sayfanızda kullanmanıza izin veriyorum ama saptırmamanız koşuluyla…’ diyebilir. Ya da bu bilgileri ve görsel malzemeleri sembolik ücretlerle internette kullanılmak üzere pazarlayabilir. Böylece hem internette yetersiz materyal kullanılmasına gerek kalmaz, hem de daha fazla kişiye ulaşma olanağı doğar.
Bu ‘yeni medya’ biriminin bilgi bankası kurmaktan başka, internetteki tüm gelişmeleri takip etmek gibi bir görevi de olmalı. İnternette yayınlanan Türkiye ile ilgili her türlü bilgiyi izleyecek bu birim, bu tür çalışmaları gerekiyorsa desteklemeli, ya da gördüğü yanlışları düzeltmeli. Yine Bakanlık, bu kuracağı bilgi bankasında kullanılmak üzere ülkemize gelmiş ya da Türkiye’ye ilgi duyan turistlerin kişisel e-posta adreslerini edinmenin yollarını aramalı. Çünkü bu e-postalar Türkiye’nin tanıtımı için eşi bulunmaz fırsattır; bu adreslere gönderilecek düzenli ‘Türkiye bültenleri’ çok yararlı olacaktır.
Turizmde Satış Sonrası Hizmet ve İnternet
Türkiye’nin tanıtımı konusunda hem turizm sektörü temsilcileri, hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından çoğu zaman gözardı edilen önemli bir konu var: Satış sonrası hizmet anlayışı… Turizmde hedef kitlemizi belirlerken yalnız Türkiye’ye hiç gelmemiş kişilere odaklanmamız, elimizin altındaki fırsatları kaçırmamıza neden olabilir. Oysa Türkiye’ye gelmiş, gezmiş, görmüş ve ülkemizden olumlu izlenimlerle ayrılmış bir turiste, ülkemizden ayrıldıktan sonra da hizmet etmeye devam ederek ülkemizi unutmamasını sağlayabilir ve bu kişinin yeniden gelmesini veya başka kişilerin gelmesine aracılık etmesini hedefleyebiliriz. Gezip görmüş bir kişinin yapacağı tanıtımın en etkin tanıtım olduğunu unutmayalım. Yurdumuzdan iyi izlenimlerle ayrılan bir turistin kendisi ile ilişkimizi sürdürmemiz sonucu tazelenen bilgileri ile başkalarını ikna etmesi çok kolay. Unutmayalım ki turizm, ürünlerin yalnız bir kez satılabildiği bir sektör değil.
Bakanlık bünyesinde kurulmasını önerdiğimiz “Bilgi Bankası”, satış sonrası hizmet için önemli bir kaynak olabilir. Ülkemize gelmiş her turistin e-posta bilgilerinin derlendiği bir bilgi bankası, özellikle internet yoluyla hizmet sunmamıza yardımcı olacaktır.
Derlenmiş olan e-posta adreslerine düzenli olarak ülkemizle ilgili bilgiler içeren eğlenceli bültenler göndermek veya bilgi bankasındaki adresleri sınıflandırıp ülkelere özel olaylar üzerine kişiselleştirilmiş iletiler göndermek, yapılması gerekenler arasında sayılabilir. Örneğin, ABD’nin New Orleans kentinde yaşanan kasırga felaketinin ardından bilgi bankamızda e-posta bilgileri bulunan ve daha önce Türkiye’ye gelmiş tüm ABD’lilere hemen geçmiş olsun dileklerimizi ileten, onların acılarını paylaştığımızı bildiren birer e-posta mesajı gönderilmesi onbinlerce insanın gözünde Türkiye’yi dost ülkeler arasına sokacaktır. Buna verilebilecek bir diğer örnek de tanıtım amaçlı duyurulardır. Örneğin, Londra’da Türkiye ile ilgili bir sergi mi açılacak, hemen yakın illerde yaşayanlardan veya tüm İngiliz turistlerden bir liste derlemeli ve onlara söz konusu sergiyi duyuran bültenler göndermeliyiz. Yeni Yıl, Paskalya gibi bayramların yanı sıra başka özel günlerde de ilgili kişilere kutlama mesajları gönderebiliriz. Bu e-postalar eminiz ki kişilere verilen değerin bir göstergesi olarak algılanacak, yurtdışında Türkiye imajının yükselmesine ve ülkemizin unutulmamasına yardımcı olacaktır.
Turizmde satış sonrası hizmeti uzmanlardan alınacak yardımlarla geliştirmek mümkündür. Bunun için, Türkiye’ye gelen konuklara anketler uygulanmalı, onların eğilimleri ölçülmeli, pazar araştırmasına katkıda bulunacak her türlü veri toplanmalıdır.
Ayrıca, geleceğin potansiyel turistleri gençlere yönelik erken yaşlarda başlayacak interaktif tanıtımlar için internetin kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğunu vurgulamak gerekir. İnternette çocuklara yönelik Türkiye’yi ve Anadolu uygarlıklarını anlatan mitolojik, tarihi oyunlar, çizgi diziler, bilmeceler, bulmacalar içeren web siteleri kurulmalı ya da bu tür projelere destek verilmelidir. Gençlerin zihinlerine atılan izler yıllar sonra kendilerini olumlu bir biçimde göstermeye başlayacaktır.
Dünya üzerindeki milyonlarca internet kullanıcısının, bize sadece klavyemizdeki bir tuş kadar uzak olduğunu unutmayalım.
Tanıtım Stratejilerimiz Doğru mu?
New York Times gazetesinde 20 Kasım 2005 Pazar günü yayımlanan bir Türkiye ilanı, yurtdışında ‘etkili ve doğru’ tanıtım yapıp yapamadığımıza somut bir örnek. ‘The City of Eternal Romance’ yani ‘Sonsuz romantizmin kenti’ sloganlı tam sayfa ilanda Ortaköy meydanından bir görüntü kullanılmış, genç bir çift arkalarına Boğaziçi Köprüsü’nü almış el ele yürüyor. Bu genç çiftin arkasındaki Barok yapının kubbesi veya minareleri görünmediği için Ortaköy Camisi olduğu bile belli değil. Orta yaş üstü turist çektiğimiz bir ülke için böyle romantizm içerikli ilanlar hazırlamak ne kadar doğru?
Dünyanın önde gelen turizm pazarlarından biri olan ABD, Türkiye’nin kültür turizmi için inanılmaz büyük bir potansiyele sahip. Bu ülkeden ülkemize gelen turistlerin yaş ortalaması 65. Çoğunlukla kültürel amaçlı turlar için gelen bu turist grubu, Türkiye’nin özlediği profile sahip. Yani ülkemizin tarihi ve doğal güzelliklerini görmeye gelen, zengin kültür mirasımızın havasını solumak isteyen ABD’lilerin ülkemizden beklentisi, New York Times’ta yayınlanan ilanda olduğu gibi ‘aşk ve romantizm’ değil.
ABD’de yürütülen kampanya bir gün Kapadokya’yı, bir başka gün Antalya’yı, bir gün Nemrut’u, başka bir başka gün İstanbul’u tanıtıyor, bir günü de aşk-romantizm-tarih temasıyla işliyorsa evet bu doğru bir tanıtım olabilir. Ama kısıtlı tanıtım bütçeleriyle tek başına romantik İstanbul ilanı verip, New York Times gibi büyük bir gazetede yayınlatmanın ne kadar doğru olduğu tartışılır. Hiçbir yaş grubundan ABD’li turistin bu ilandan etkilenerek İstanbul’a geleceğini sanmıyoruz.
Türkiye’nin tanıtım materyalleri hazırlanırken, sektörden alınan görüşlerin ne derece etkin olduğuna ilişkin kuşkularımız var. Bakanlıkla yaptığımız toplantılarda ABD’li turist profilini çizmiş, hangi yaş gurubuna dahil olduklarını, beğenilerini ve Türkiye’den ne beklediklerini anlatmaya çalışmıştık. Ya Bakanlık ve sektör arasında iletişim kopukluğu var, hangi pazara nasıl tanıtım yapılıyor bize sağlıklı bilgi verilmiyor, bu yüzden biz yanlış kanılara varıyoruz ya da tanıtım kampanyaları gerçekten etkili ve doğru yapılamıyor.
Türkiye turizminin geleceğinin kültür turizminde olduğuna, tanıtım çalışmalarında kültür turistlerini hedef alırken doğru stratejilerin izlenmesi gerektiğine inanıyoruz.
Yeni Tur Güzergahları İçin Uzmanlık Programları
Ülkemizde binlerce yıllık geçmişimizden gelen keşfedilmemiş, meraklıları tarafından bilindiği halde turizm ürünü olarak sunulmayan ya da tur programlarında yer almayan, yüzlerce yeni destinasyon olabilecek nitelikte bölge var. Haftanın neredeyse her gününü müzelerde ve ören yerlerinde geçiren, Anadolu’nun her yerini karış karış gezen profesyonel turist rehberleri olarak biz, bu keşfedilmeyen destinasyonların daha çok ziyaretçiyi hak ettiğini düşünüyor, ön planda olmayan bu kültür duraklarının yeni turizm ürünleri olarak pazarlanması için çalışmalar yapıyoruz.
İstanbul Rehberler Odası (İRO), bu amaçtan yola çıkarak İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü öğretim üyelerinden Arkeolog Dr. Ferudun Özgümüş’ün başkanlığında İstanbul’da yürütülen ‘Geç Antik Dönem Bizans Yapıları Yüzey Araştırması’ projesinin 2002 yılından bu yana sponsorluğunu yapıyor. Geç Antik Dönem Bizans Yapıları’nın tesbiti amacıyla İstanbul’da bir yüzey araştırması gerçekleştiren Özgümüş ve ekibi, araştırmaları sırasında bugüne dek çok eseri gün ışığına çıkarmayı başardı. Eserler arasında Cibali Ayakapı Abdülezelpaşa Caddesi 232 numaralı adresteki kereste deposunda bulunan ve uzun süredir kayıp olan Ayakapı Şapeli, Zeyrek Kilise Cami önündeki Koç Grubu’na ait kafenin bahçesinde bulunan Blakherna Bizans Sarayı’nın altyapıları bu eserlerden birkaçı. Bu çalışmanın 2002 yılından bu yana rehberlerin destekleriyle devam etmesi hem bilim dünyası, hem de kültür turizmi için büyük bir hizmet.
İRO bu bilimsel çalışmaya destek vermekle kalmayıp, araştırmalardan sonra ortaya çıkarılan tarihi yapıların kültür turizmi ürünü olarak kullanılması için de harekete geçti. ‘Rehberlikte Uzmanlaşma Programları’na eğitmenliğini Arkeolog Dr. Özgümüş’ün yaptığı “Antik ve Geç Antik Çağlarda İstanbul” programını ekleyen İRO, dört gün süren eğitim programı boyunca rehberlere, hem teorik bilgiler anlatılmasını sağladı hem de uygulamalı gezi programları yaptı.
Bu programla İstanbul’da Roma ve Bizans dönemi surları, tapınak kalıntıları, hamamları, antik sunaklar, saraylar, erken dönem kiliseleri, su sistemleri, az bilinen örnekleriyle Bizans manastırları gibi konuların yanı sıra ‘YERALTI İSTANBUL’U’ başlığıyla yepyeni bir tur güzergahı olabilecek bir konu da işlendi. Sultanahmet (Philoxenus) Sarayı kalıntıları, Sirkeci Kilisesi, Ayakapı Şapeli, İpek Bodrumu, Botoniates Sarayı Kalıntıları, Şerefiye Sarnıcı, Aydın Apartmanı gibi yerler Dr. Ferudun Özgümüş’ün eşliğinde gezildi. İstanbul’un yeraltı hazineleriyle ilgili anlatılanları dinlerken heyecanlanan rehberler bu uygulamalı gezi programıyla, ülkemize gelen turistler için de son derece ilgi çekici olabilecek bir tur güzergahının ön çalışmalarını da gerçekleştirdi. Konuyla ilgili çalışması olan veya çalışmak isteyen seyahat acenteleri, bu programa katılmış olan rehberlerle irtibata geçerek yeni tur rotaları belirleyebilecekler.
Antalya’da da tur programlarına dahil edilmeyen ama tarih ve kültür mirası açısından çok önemli konumda bulunan birçok kültür turu durağı var. Örneğin, Elmalı-Finike karayolunun tam ortasında bulunan Arif köyünün Aykırıçay mahallesine yakın bir ören yeri olan Arykanda Ören Yeri ya da Serik’in kuzeyinde, madeni para basan ilk Pisidia kenti olarak tarihte çok önemli bir konuma sahip olan Selge Antik kenti bunlardan sadece iki tanesi. Bu iki antik kent de diğer popüler yerler kadar ilgi görmüyor ne yazık ki. Akdeniz bölgesinde bu durumda yüzlerce ören yeri mevcut. İstanbul örneğinin Akdeniz’de de yaygınlaştırılması yeni rotaların eklenmesine, dolayısıyla ülkemiz kültür turizminin gelişmesine katkıda bulunacaktır.
İnanç Turizmi
Dini Turlar ve Hac-Umre Ziyaretleri
Turizm ülkemizde gelişimini henüz tamamlamamış ama hızla gelişmekte olan sektörlerin başında geliyor. Türkiye’nin turizm potansiyelinin oldukça yüksek olduğunu, turizmde ürün çeşitlendirmemiz gerektiğini bilmeyen veya söylemeyen yok. Turizm ürünümüzü çeşitlendirmekten söz ettiğimizde inanç turizmini saymamak olmaz. İnanç turizmini ülkemize dışardan gelen yabancı turistler ve yurtdışına çıkan yerli turistler bağlamında ayrı ayrı ele alabiliriz.
Turist sayısını arttırmak ve bundan elde edilecek kazancı yükseltmek amacıyla yurtdışı tanıtımlarımızda Hristiyanlara ve Musevilere Türkiye’deki kilise ve sinagogları anlatıyor, Eski veya Yeni Ahit’te adı geçip de Türkiye’de bulunan yerleri ön plana çıkarıyoruz. Hatta ayinlerinizi-ibadetlerinizi, hac görevlerinizi veya dini amaçlı ziyaretlerinizi gelin ülkemizde gerçekleştirin diye çağrılar yapıyoruz.
Bu düşünceyi benimseyen kişileri Türkiye Seyahat Acentaları Birliği’ne bağlı yetkili seyahat acentelerinin düzenlediği turlarla ülkemize getiriyor, başlarına da lisanslı profesyonel turist rehberleri vererek, programlarına uygun rotalarda konaklamalarını ve tur otobüsleriyle programlarını gerçekleştirmelerini sağlıyoruz. Konukların dini ibadetlerini veya hac görevlerini çoğunlukla başlarındaki din adamları gerçekleştiriyor. Zaman zaman yabancıların ülkemizde ibadet etmelerinden, dini vecibelerini yerine getirmelerinden rahatsızlık duyan bazı yetkililer bazen engellemeler yapmaya kalksa da, yaptığımız çağrılar gereği bu olanakları belli ölçüler içinde elbette sağlıyoruz, sağlamalıyız. Gelen konuklar her ne kadar gezilerini dini amaçlarla gerçekleştirseler de, gelişmiş dünyanın bir gereği olarak, gittikleri ülkenin diğer kültürel, tarihi, doğal varlıklarıyla da ilgilenip, ülke ve insanları hakkında bilgi almak istiyorlar. İşte rehberler burada devreye giriyor. Rehberlerin bilgi verme dışında bir de turu düzenleyen acenteyi temsil edip turun müşteriye vaat edildiği gibi gerçekleşmesini sağlama sorumluluğu da var. Kısaca, rehberler ile din adamları farklı görevleri üstlenerek turun gerçekleşmesini sağlıyorlar.
Peki yurtdışına dini amaçlarla giden vatandaşlarımızın durumu ne? Hac ve Umre ziyaretleri söz konusu olduğunda büyük bir belirsizlik ve yetki karmaşası var. Yurtdışına giden Türk vatandaşları da aynı yabancılar gibi yüksek standartlarda bir turizm hizmetini hak ediyorlar. Konunun uzmanı olan belgeli seyahat acentelerinin vereceği hizmet taşımasıyla, konaklamasıyla, gittiği ülke hakkında bilgi verecek, acentayı temsil eden, lisanslı Türk turist rehberleri ve dini görevini yerine getirmekte yardımcı olacak din adamlarıyla bir bütün olarak sunulması gerekiyor. Mevzuat bu konuda çok açık. 1618 Sayılı Yasaya göre bu bir turizm faaliyetidir ve bu hizmetlerin sadece TÜRSAB’a bağlı yetkili seyahat acenteleri tarafından sunulması ve seyahat acentesinin de düzenleyeceği her turda profesyonel rehber çalıştırması zorunluluktur. Ancak uygulamada pek çok sorun yaşanıyor. Oysa bir konuda yasal bir düzenleme varsa istisnasız uygulanmalı, uygulanmayacaksa da o yasa olmamalıdır.
Tahsislerle Turizmi Çeşitlendirmek
Kültür ve Turizm Bakanlığına göre yeni kamu arazilerini tahsise açmak ‘turizmin çeşitlendirilmesi’ anlamına geliyor…
Altyapısı olmayan, tahsise çıkana kadar tek bir çivi bile çakılmamış, çevre düzenlemesi bulunmayan bir bölgeye turizm yatırımcısını çağırıp ‘gel buraya otel yap, turizm çeşitlensin’ demek doğru değildir. Bunun en iyi örneği Belek. Tahsislerde mevcut altyapı nedeniyle Belek gözdeydi, çünkü zaten bütün tur operatörlerinin tanıdığı-bildiği, golf turizmi ile ünlü bir bölgeydi. Yatırımcı da bu cazip kamu arazisi tahsislerini kaçırmadı, ama turizme açılan diğer alanlar rağbet görmedi.
Yeni tahsis alanları arasında Kapadokya, Afyon, Aksaray, Çanakkale, Yozgat gibi illerimiz var. Gönlümüz tabii ki yatırımcıların buralara ilgi göstermesinden yana. Çünkü Türkiye’nin dört bir yanında olduğu gibi bu bölgelerde de kültür turizmine hareket getirecek tarihi-kültürel miras, eşsiz doğa güzellikleri mevcut. Ama Bakanlığın yaptığı gibi ‘Buraları belirledik alın size 49 yıllığına kiralıyoruz’ demek başlı başına teşvik edici olamaz. Bir bölgenin turizme açılması ve buradan gelir elde edilmesi için öncelikle altyapısının tamamlanmış olması gerekir. Ayrıca o bölgenin halkının da turizmden pay almasının yolları aranmalı, tahsise çıkarken bu özellikler de gözönüne alınmalıdır. Çünkü bir bölgede yaşayan halk, o bölgedeki turizm hareketinden yeterince yararlanamıyorsa, o noktada turizm yarar değil, zarar getirir.
Turizmin çeşitlendirilmesi için önkoşul devletin sektör temsilcilerinden de görüş almasıdır. Tahsisler yapılmadan önce tahsise açılacak bölgenin turizm potansiyeli, Bakanlıkla birlikte turizm profesyonelleri tarafından değerlendirilmeli, konusunda uzman kişilere fikir danışılmalıdır. Örneğin, biz profesyonel turist rehberlerine bugüne kadar yeni turizm alanlarıyla ilgili görüş sorulmamıştır. Oysa, mesleğimizin özelliği nedeniyle değişen turist taleplerini en iyi bilen kesimiz. Bakanlık, tahsis alanlarını belirlerken turizm sektörü meslek kuruluşları arasında çok önemli bir yeri olan Turizm Yatırımcıları Derneği’ne de danışmamıştır. Turizm profesyonellerinden yeterince bilgi ve destek almadan yapılan tahsislerin turizme beklenen getiriyi sağlayacağı kuşkuludur.
Butik Oteller
Türkiye, son yıllarda 4 ve 5 yıldızlı turistik tesislerinde yakaladığı yüksek kaliteyi alternatif tatil olanakları sunan daha küçük konaklama tesislerinde de yakalamayı başardı. Büyük otellerin kalabalığından ve gürültüsünden kaçan, kendini evindeymiş gibi hissetmek isteyen turistler tercihlerini artık butik otellerden yana kullanıyor.
Butik oteller dünyada yaygın bir konsept. Paralı ve üst düzey turisti çekebilen, çok özel hizmetler verebilen küçük, şık ve konforlu otellerin turizm sektöründe önemi giderek artıyor. Özellikle Kapadokya’da bu alanda yapılan yatırımlar dikkat çekiyor. Birbirinden güzel yerel motifler içeren, kayadan oyma evleri restore ederek butik otel olarak hizmete açan pek çok turizmci, dünyaca ünlü seyahat yayınlarında en iyiler arasında yerini aldı. Hemen her yıl bu bölgeden mutlaka birkaç butik otel en iyi oteller listesine girmeyi başarıyor.
Antalya’da da kıyı kesimlerde binlerce yatak kapasiteye sahip yüksek kaliteli, dev otellerin yanı sıra, kişiye özel hizmetler sunan butik otellere ihtiyaç var. Büyük tesislerde hizmet standartları yüksek olsa da kişiye özel hizmet vermek büyüklükle ters orantılı gerçekleşiyor. Çünkü aynı anda yüzlerce müşteriyi memnun etmek için çalışan personel, çoğu zaman mekanikleşiyor; güler yüzü ve ilgisi bir noktaya kadar sürekli olabiliyor. Oysa butik otellerde böyle değil; misafirlere isimleriyle hitap edebilir, tam bir ev sahipliği sıcaklığıyla onların özel ihtiyaçlarına cevap verebilir, alışveriş, yeme-içme-gezme konularında tam bir yönlendirme yapabilirsiniz.
Butik oteli tercih edenler daha çok ev huzuru arayan, yüksek gelir düzeyindeki turistler oluyor. Memnun kaldıkları takdirde oteli kendi evi gibi görmeye başladıkları için her zaman aynı oteli tercih edebiliyorlar. Örneğin, bu konuda deneyimli butik oteller arasında sürekli müşterilerinin odalarını gelecekleri zaman onların zevkine göre döşeyenler bile var. Öte yandan butik otelde günlük 150-200 dolara kalan bir turistin, günlük harcama kapasitesi de yüksektir. Bu turistler alışveriş yapar, kültür ve doğa gezilerine katılır, müze ve ören yerlerini ziyaret ederler.
Antalya’da kent merkezinde Kaleiçi’nde butik otel konusunda son yıllarda önemli gelişmeler kaydedildi. Kaleiçi’nde son restorasyon çalışmalarının ardından hem butik otel hem de pansiyonculuk alanında yüksek kalitede hizmet veren tesisler açıldı. Örneğin, geçen hafta Kaleiçi’nde Otelciler ve Pansiyoncular Odası tarafından temizlik, güler yüz, hizmet kalitesi, müşteri ilişkileri gibi kriterler göz önüne alınarak yapılan değerlendirme sonucu 5 pansiyona kalite plaketi çakıldı. Bu çok yerinde olan özendirme çalışmasını olumlu buluyor, daha fazla tesisin bu belgeyi hak etmek için çalışması gerektiğini düşünüyoruz.
Kemer, Side, Manavgat ve Alanya turizm merkezlerinde de hizmet veren butik oteller ve alternatif konaklama tesislerinin sayısının artması için bu tip denetleme ve belgelendirme çalışmaları son derece yararlı olacaktır.
TURİZMDE ÇEŞİTLİLİK
Kitle Turizmi
Zaman zaman “Türkiye turizmi Şampiyonlar Ligi’nde” söylemleri manşetleri süslüyor. Ancak bu konuda kaygılarımızı iletmek ve olumsuz gelişmelere dikkat çekmek gerek.
Turizm sektörüne yatırım yaparak risk üstlenen, sorumluluk alan herkesi elbette ki takdir etmeli, başka sektörlerde yatırdıklarını çok daha kısa sürede geri alabilecekken turizme gösterdikleri ilgi ve cesaretlerinden ötürü yatırımcıları kutlamalı. Ancak, turizm bölgelerinde yaşayan halkın yeterince turizmden yararlanamadığı, turizmin bölgeye zarar verir hale geldiği yönündeki eleştirilere de kulak tıkanmaması gerekir.
Antalya’da beş lüks otelin çevresinde 150 tane tişört satan dükkan varken, 151’inciyi açıp, ‘iş yok’ diye sızlanan esnafı biz de eleştiriyor; “pazar araştırması yapmadan girilen işlerin başarısızlığa mahkum olduğu’ görüşüne katılıyoruz. Ancak burada şunu sormadan geçemiyoruz: “Türkiye’deki turizm yatırımları neden belli alanlarda gereğinden fazla yoğunlaştı? Turizmi dört mevsime ve ülkenin dört bir yanına yayacağız derken, 150 otel açılmış bir bölgeye 151. ve 152. otelleri açmak ne derece doğru? Bu, pazar araştırması yapmadan taklide dayalı bir anlayışla işyeri açan küçük esnafın düştüğü hatanın aynısı değil mi? Peki bu pazar daha ne kadar büyüyecek? Binlerce yatak kapasiteli birbirinin yanı sıra inşa edilmiş yüksek standartlara sahip yüzlerce oteli bu standartlara uygun ve bunun bedelini ödemeye hazır müşterilere satabilecek miyiz? Üç yıl sonra bu dev otelleri dolduramadığımız için kapatmak zorunda mı kalacağız? Ya da kapatmamak için fiyat kırarak haksız rekabet mi yapacağız?
Turizm sektörüne bel bağlayan ülkemizde, turist ağırlama kapasitesi konusunda uzun yıllardır ne yazık ki sağlıklı bir çalışma yapılamadı. Antalya bugün altı milyon turisti ağırlarken gelecek yıllarda bu sayı iki katına çıktığında yapılacaklar konusunda hiç kimse sağlıklı öngörülere sahip değil. Oysa Antalya için 12 milyon turist demek, bu kentin kültürel yozlaşmaya uğraması, insanların turistleri döviz olarak görmeleri, ekolojik dengelerinin bozulması, yörede yaşayan halkın turizm hareketinden yararlanamaması, gelenlerin sadece verdikleri para karşılığında ne alacaklarına odaklanmaları, kültürel değerlere ilgi gösterilmemesi, tüketen yaklaşımlar ve kısaca özetlemek gerekirse ‘istilacı turizm’ demektir. Gelirler, yerler-içerler, tüketirler, kirletirler ve giderler. Biz de arkalarından baka kalırız. Yitirdiklerimizin farkına vardığımızda artık çok geç olmuştur.
Kitle turizmi, bir üst kota konulmazsa ve planlaması doğru yapılmazsa, politikalar üstü stratejiler belirlenmezse, kısa zamanda istilacı turizme dönüşecektir.
Bir örnek: Pamukkale
UNESCO’nun dünya mirası listesinde yer alan Pamukkale, şu günlerde ne yazık ki turizm adına kötü günler geçiriyor. Tek başına bir destinasyon olmaktan gittikçe uzaklaşan Pamukkale’de, krizlerin etkisiyle boş kalan otel odalarını doldurma peşinde olan turizmciler son derece yanlış yöntemlere başvuruyorlar. Belki de Türk turizminin bugün geldiği noktanın yansıması olarak Pamukkale’de hiç de hoş olmayan yanlışlıklar yaşanıyor.
Antalya, Alanya, Marmaris, Bodrum gibi turistik bölgelerimize paket turlarla deniz-kum-güneş turizmi için gelen yabancı turistleri Pamukkale’ye çekmek için günübirlik veya bir gece konaklamalı özel programlar hazırlanıyor. Çok düşük fiyatlar önerilerek hazırlanan bu programlar yanlışlar zincirinin ilk halkasını oluşturuyor. Odalarını düşük fiyatla sattığı için kaliteli hizmet veremeyen işletmelerin müşterilerine davranış biçimleri başlı başına bir eleştiri konusu.
Bir profesyonel turist rehberi olarak önceki gün Pamukkale’de ben de böyle üzücü bir olaya şahit oldum. Otele henüz giriş yapan bir yabancı turistin çantasında ucu görünen pet şişe içindeki suyu gören “bodyguard” görünümlü bir otel görevlisi, koşar adımlarla turistin yanına yaklaştı ve son derece kaba bir yaklaşımla “O suyu otele sokamazsın” dedi. Hem çantasına hem otel görevlisine şaşkınlıkla bakan zavallı turist; “Ama bu benim ilaç içmek için hep yanımda taşıdığım su şişem, bunu restorana götürmüyorum ki, yalnızca odama götürüyorum” yanıtını verdi. “Otele dışarıdan yiyecek-içecek sokmak yasak!” diyen otel görevlisi belli ki bir kuralı uyguluyordu ama başvurduğu yöntem hiç hoş değildi. Anlaşılan o ki bu durum hiç de istisnai bir tablo değil. Pamukkale’ye geldiği ilk dakikalarda böyle bir uyarıyla karşılaşmak eminim ki o turistte şok etkisi yaratmıştır. Türkiye’nin tarihi-kültürel-mirası, zengin doğal güzellikleri böyle bir kabalık karşısında o turistin gözünde önemini yitirmiş olsa gerek.
Bir şişe sudan para kazanmak için turiste böyle bir davranışı uygun gören bir işletmeyi anlamak güç. Bu örnek Pamukkale’de kaldığım süre içinde gördüklerimden yalnız bir tanesi. Gittiğim çoğu yerde hizmet kalitesinin düşmüş, altyapının bozulmuş, sunulan yiyeceklerin insan sağlığını tehdit edecek düzeye ulaşmış olduğunu gözlemledim.
Bir kültür turisti eğer tek başına Pamukkale’yi ziyaret edip doğa harikası güzelliklerinden, şifalı sularından yararlanmak, Hierapolis’in mineralli suları ile beslenen teraslarındaki doğal havuzlarını gezmek-görmek isterse yandı. Ne doğru dürüst bir hizmet bulabilir, ne de doğru dürüst kalacak bir yer.
Bizce, ülkemizde turizm sektörünün içine sürüklendiği durumda Pamukkale, sadece bir örnek. Bol yıldızlı oteller açma yarışı hızla devam ederken, bu yıldızların simgelediği hizmet kalitesi anlayışından gittikçe uzaklaşıyoruz. Turizm sektöründe elde edilmek istenen nihai ürün, diğer sektörlerden oldukça farklı: Müşteri memnuniyeti. Biz ülkemize gelen turistleri memnun edemiyorsak, tatmin olmuş olarak ülkelerine gönderemiyorsak, boşuna kürek çekiyoruz demektir.
Turizm Merkezlerinin Taşıma Kapasiteleri ve Fiyat Kırma
Ülkemizdeki turizm merkezlerinin taşıma kapasiteleri konusunda bugün hala sağlıklı verilere sahip değiliz. Özellikle Antalya’da her yıl binlerce yeni yatak, hiçbir pazar araştırması yapılmadan gelişigüzel bir şekilde devreye girmeye devam ediyor. Oysa her yeni turistik yatırımın daha temeli atılmadan şu sorulara cevap aranmalıdır: “10-20 yıl sonra bu otelleri dolduracak turist gelmeye devam edecek mi?”, “Yüksek standartlara sahip yüzlerce oteli, bu standartlara uygun ve bunun bedelini ödemeye hazır müşterilere satabilecek miyiz?”
Korkarız ki bu soruların cevabı bize göre olumsuz. Çünkü binlerce yatak kapasitesine sahip dev tesisler, krizler karşısında odalarını nasıl dolduracaklarının derdine düşünce, ister istemez yanlış politikalara yönelebiliyor. Rakip ülkelerle rekabet etmenin en basit yolu olan fiyat kırma politikasına sarılan turizmciler, sosyal, ekonomik ya da politik etkenler nedeniyle çekemedikleri turisti, tıpkı şu günlerde yaşadığımız gibi, ucuz fiyatlarıyla çekmeye çalışıyor. Fiyat kırma politikasının sonucu olarak hizmet kalitesiyle birlikte ülkemize gelen turistin profili de gittikçe düşüyor ve yanlışlar zinciri birbirini izliyor. Böyle olunca da Türk turizmi hak ettiği konuma bir türlü gelemiyor. Peki ne yapmalı? İşte birkaç öneri:
* Bir ülkede turizm sektörünün gelişmesi için yerli ve yabancı turist hareketinin birlikte gelişmesi ve harmanlanması gerekir. Herhangi birini dışlama lüksümüz yoktur. Yıllardır ikinci planda tuttuğumuz yerli turiste yönelik bu yıl başlayan kampanyalar son derece sevindirici. Rehberler olarak bu kampanyalara başından beri verdiğimiz desteği sürdürüyoruz. Eğer turizmciler, bu kampanya çerçevesinde yurtdışı pazara gösterdiği titizliği iç turizme de göstermeyi başarabilirse, ülkemizin kültür hayatı açısından çok önemli gelişmeler sağlanabilir.
* TÜRSAB’ın da desteklediği, okulların farklı bölgelerde farklı tarihlerde öğretime başlamasını ve tatile girmesini öngören proje artık hayata geçirilmelidir. Sömestir tatili 15 günden 45 günlük bir aralığa, yaz tatili de 3 aydan 4 aylık aralığa yayılabilir. Milli Eğitim ve Turizm Bakanlığı arasında bu konuda yapılacak toplantılar bir an önce başlamalıdır. Eğer bu proje hayata geçebilirse trafikten-ekonomiye, uçaktan-otobüse, otelden-acenteye-rehbere genel bir rahatlama oluşur, sömestir ve yaz döneminin yayılmasından dolayı oluşan ucuzlamadan da nihai tüketici faydalanır.
* İç turizmde gittikçe sorun haline dönüşen ikinci konutların (yazlık evlerin) özendirilmesi konusunda yapılan kampanyalar derhal durdurulmalıdır. Yerli turistleri tatil için ikinci konut almaya teşvik etmek yerine, var olan pırıl pırıl turistik tesislerimizde uygun koşullarda ve uygun fiyatlarda tatil yapmaları sağlanmalıdır. Bugüne kadar yapılmış ve artık tek tek boşalmaya başlayan ikinci konutlar için de Mersin Ticaret ve Sanayi Odası’nın başlattığı “İkinci Konut ve Yazlıkları Turizme Kazandırma Projesi” gibi projeler başlatılmalı, ikinci konutlar, apart otele dönüştürülerek veya daha çok kişinin kullanımına açılarak turizme kazandırılmalıdır. Newspaper Columns by Serif Yenen
* Daha fazla turist çekmek için başlattığımız herşey dahil sistemi bugün artık içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Son derece ucuz fiyatlarla herşey dahil sistemle ülkemize gelen turistlerin ülkemize hiçbir şey bırakmadıkları konusunda turizm sektörü hemfikirdir. Ya bu sisteme, yapılacak bilimsel araştırmalar sonrasında bir düzen-sınırlama-kontrol getirilmeli ya da bu sistem tamamen kaldırılmalıdır.
* Türkiye’ye kültür turizmi için gelen turistlerin çok daha yüksek bir gelir ortalamasına sahip oldukları da ortadadır. Kitle turizimini teşvik etmek yerine kültür turizmi odaklı politikalar belirlenmelidir.
Destinasyon Tanıtımı (Newspaper Columns by Serif Yenen)
Türkiye her yıl başta Almanya, Rusya ve İngiltere olmak üzere yüzlerce fuara katılarak tanıtım ve pazarlama çalışması yapıyor.
Fuarlar başlamadan önce, turizm sektörü temsilcileri ile Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri ve ilgili kurum ve kuruluşlar arasında çeşitli toplantılar yapılıyor. Bu toplantılarda Türkiye’nin yurtdışında yapacağı tanıtım ve pazarlama çalışmalarına ilişkin yeni düşünceler ortaya atılarak bunların nasıl gerçekleştirileceği tartışılıyor. Son toplantılarda ‘destinasyon tanıtımı’ odaklı çalışma fikri ön plana çıktı. Kamu ve yerel yöneticiler ile turizmcilerin hemfikir olduğu bu ‘destinasyon tanıtımı’ stratejisi Türkiye’nin yurtdışında tanıtımı için en doğru yöntem.
Turizmde Akdeniz çanağında en önemli rakiplerimiz olan İspanya ve İtalya yıllardır destinasyon tanıtımı yapıyor. Çünkü destinasyon tanıtımı dünya turizm trendlerine en uygun tanıtım şekli. Destinasyon turizmi, ülkenin tamamını pazarlamak yerine bir noktasında yoğunlaşmak anlamına geliyor. Bu tanıtım şekli, ülkenin turistik açıdan en önemli görülen noktalarının ele alınarak, yurtdışından gelecek turistleri bu lokal hedeflere yönlendirerek yapılıyor. Örneğin, Antalya destinasyonu, Türkiye tanıtım broşürleri içinde sadece birkaç sayfa ayrılarak tanıtılmayı hak etmeyecek kadar önemli bir turizm merkezi. Antalya için yapılacak ayrı bir tanıtım turizmde marka imajının güçlenmesine faydalı olurken, ülkenin herhangi bir noktasında yaşanan olumsuz bir gelişmeden Antalya’ya yönelik turizm hareketinin daha az etkilenmesini sağlar. Güneydoğu’da yapılacak sınır ötesi bir operasyondan Antalya, destinasyon tanıtımı sayesinde en az yara alarak kurtulabilir. Çünkü seyahatseverlerin tanıdığı Antalya, artık başlı başına bir turizm merkezi olarak bilinecek ve Türkiye genelinin içine hapsolmayacaktır.
Her kültüre özgü farklı tanıtım kampanyaları yürütme kararı alan Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye geneli ile birlikte Antalya, Kapadokya, Güney Ege, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri için ayrı ayrı reklam filmleri çektiriyor.
Tanıtım elbette yurtdışı turizm fuarları ile sınırlı olmamalı. Turistik bölgelerimiz için yaygın birkaç yabancı dilde yepyeni ve dinamik internet siteleri hazırlanması destinasyon tanıtımını daha da etkili kılacaktır.
Uluslararası Platformlarda Söz Sahibi Olarak Tanıtım
Yapılan araştırmalar bir ülkenin uluslararası platformda hak ettiği yere gelmesinde izlenen geleneksel yöntemlerin hiçbir zaman yüz yüze etkileşim kadar etkili olamadığını gösteriyor. Bu gerçeğin bilincinde olan biz turizmciler de, dünya çapındaki sivil toplum kuruluşları ve turizm meslek örgütlerine üye olarak, onların temsilcileriyle birebir iletişim kurarak ülkemizin tanınırlığını arttırmak için çaba sarf ediyoruz. Hem dünyadaki meslektaşlarımız ile bilgi ve görüş alışverişinde bulunabilmek, hem de dünya turizminde olup bitenden haberdar olmak için, meslek birliklerimizin uluslararası arenalardaki üst birlikleri ile sıkı temas halindeyiz.
Ülkemizin turizmdeki büyük potansiyelini dünyaya tanıtmak üzere çabalayan pek çok turizmci, üyesi olduğu uluslararası sivil örgütlerde büyük başarılara imza atıyor. Bu konudaki çalışmalarıyla ön plana çıkan profesyonellerden biri de 67. Dünya SKAL Kongresi’nde Dünya Skal İkinci Başkanlığına seçilen Hülya Aslantaş. 1932 yılında Paris’te temelleri atılan SKAL, seyahat acentesi, konaklama ve ulaştırma sektörlerinin üst düzey yöneticilerini aynı çatı altında biraraya getiren, turizm sektörünün dünya çapında en geniş tabanlı sivil toplum kuruluşlarından biri. SKAL’ın halen dünyanın muhtelif kentlerinde 540 kulübü ve 20 bini aşkın üyesi var. Böylesine büyük bir turizm örgütünde Hülya Aslantaş’ın İkinci Başkan seçilmesi hepimizi gururlandırdı.
Turistik Otelciler, Restorancılar ve Yatırımcılar Birliği (TUROB) Başkanı Timur Bayındır da 2004 yılından beri Uluslararası Otelciler ve Restorancılar Birliği (IH&RA)’nin Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapıyor. Dünyanın en büyük otel ve restoran zincirlerinin patronlarının üye olduğu IH&RA, 1946 yılında kuruldu ve konaklama sektörünü dünya çapında temsil eden tek kuruluş. Üyeleri tüm dünyadaki uluslararası ve ulusal otel ve restoran birliklerinden ve 50 farklı markayı temsil eden otel ve restoran zincirlerinden oluşmakta. Birleşmiş Milletler tarafından resmen tanınmış olan IH&RA, sektör adına 300 bin otel ve 8 milyon restoranı temsil ediyor, bünyesinde 60 milyon insan çalıştırıyor ve küresel ekonomiye her yıl 950 milyon dolar katkı sağlıyor.
Turizmin gönüllü kültür elçileri olan biz rehberler de uluslararası örgütlerdeki çalışmalarımızla Türkiye’yi turizmde söz sahibi ülkeler ile kaynaştırmak için çalışıyoruz. Ülkeleri ve kültürleri yakınlaştırmak amacıyla yaptığımız çalışmalarda amacımız ortak destinasyonlar yaratmak, mesleğimizle ilgili konularda dünyada söz sahibi olmak. Dünyadaki meslektaşlarımız ile deneyimlerimizi paylaşıyor, işbirliği olanakları arıyoruz. Dünya ve Avrupa Turist Rehberleri Birlikleri’ne üye olan Turist Rehberleri Birliği (TUREB), bu örgütlerin çalışmalarına aktif olarak katılıyor. TUREB Başkanı olarak ben de iki dönem Dünya Rehberler Birliği (WFTGA) Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundum.
Özellikle Avrupa Rehberler Birliği ile ortak pek çok çalıştay düzenledik. Genel Kurul toplantılarından birine ev sahipliği yaparak Türk turizminin durumunu, Türk turist rehberlerinin niteliğini, Türk konukseverliğini Avrupalı meslektaşlarımıza ve dünya turizm kamuoyuna gösterdik.
Uluslararası başarılara imza atanlara ya da atma potansiyeli olanlara sahip çıkmalıyız, destek vermeliyiz. Türk turizmciler kendi işleriyle ilgili birimlerin uluslararası kuruluşlarına önce üye olup, ardından yönetimlerine girip orada söz sahibi olmalıdır. Yapılan her uluslararası toplantıya katılmalı, ülkemizin varlığı her yerde hissettirilmeli, inisiyatifler ele alınmalı, zaman zaman toplantıları Türkiye’ye almalı ve uluslararası turizm profesyonellerine ülkemizin değerlerini göstermeliyiz. Türkiye ve Türk turizmini aydınlığa çıkaracak yollardan biri de budur.
Tanıtım Kampanyası ve Turizm Hizmet Birlikleri
Turizm Teşvik Kanunu’na eklenen yeni maddelerle turizm bölgelerimiz nihayet “Altyapı Hizmet Birlikleri”ne kavuştu. Turizm bölgelerinin korunmasını, tanıtımını, altyapı çalışmalarını artık ‘Turizm Altyapı Hizmet Birlikleri’ yapacak.
5355 sayılı Mahallî İdare Birlikleri Kanunu’na eklenen iki yeni madde ‘Turizm Altyapı Hizmet Birlikleri’ni şöyle tanımlıyor:
“Kültür ve turizmi koruma ve gelişim bölgeleri ile turizm merkezlerinde, alanın bütüncül bir anlayışla korunması, geliştirilmesi, tanıtımı, kültür ve turizme ilişkin sosyal ve teknik altyapının gerçekleştirilmesi ve işletilmesini sağlamak amacıyla alandaki bütün mahalli idarelerin katılımı ile bir mahalli idare birliği kurulur. Bu amaçla kurulan mahalli idare birliklerinin meclis üyelerinin üçte biri, alandaki Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan turizm belgeli konaklama tesislerinin ve deniz turizmi tesislerinin temsilcilerinin kendi aralarından, birlik tüzüğünde belirlenen sayıda ve gizli oyla belediye meclis üyeliğine seçilme şartlarını taşımak kaydıyla seçecekleri üyelerden oluşur. Seçim, birlik merkezinin bulunduğu yer il özel idaresi encümenlerinin gözetiminde yapılır.
Birliğin görev ve yetki alanında bulunan konaklama tesisleri, üye mahalli idarelerin ödediği aidatın üçte birinden az olmamak üzere konaklama tesislerinin yatak sayıları, deniz turizmi tesislerinin ise bağlama kapasiteleri dikkate alınarak birlik meclisince belirlenecek miktarda üyelik aidatı öder. Üye olmayan diğer turizm tesisleri ve hizmetten yararlananlar, birlik meclisince belirlenecek miktarda katılım payı veya ücreti öder.”
Turizm yöreleri artık, içinde turizm sektörü temsilcilerinin de bulunduğu hizmet birlikleri ile daha güçlü. Hizmet birliklerinin havuzunda birikecek paranın tamamen o yörenin turizm faaliyetlerine hizmet için kullanılması ile bu Birlikler yıllardır belimizi büken kaynak sorununa da çare olabilecek nitelikte görünüyor.
Troya Efsanesi
Antik Dünya’nın yedi harikasından Mısır Piramitleri’ni bugün dünyada duymayan kalmamıştır. Gezme eğilimi olan herkes, hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun, Mısır’a ne kadar uzak olursa olsun, yaşamında bir kere Mısır Piramitleri’ni görmek ister. Piramitler öylesine ünlüdür ki, piramitlere ev sahipliği yapan Mısır’ın turizm ürünlerini pazarlama sorunu artık yüzde 75 oranında çözülmüştür. Böyle bir durumda yapılacak iş “Hani hep görmek istediğiniz Piramitler var ya, artık onları görmenin zamanı geldi” mesajıyla, farklı profillerdeki gezginlere hitap edecek çağrılar yapmak, onlara seçenekler sunmaktır. Sunulan bu paketlerin cazipliği biraz da bölgenin güvenli olmasına bağlıdır.
Peki ülkemizin buna benzer değerleri var mı? Aslında Antik Dünya’nın yedi harikasından ikisi Anadolu’da yer almış, ancak başyapıt niteliğindeki iki eserden günümüze bir şey kalmamıştır. Bunlar Efes’teki Artemis Tapınağı ile Bodrum’daki Halikarnas Mozolesi. Ne yazık ki geçen yüzyıllar içinde ülkemiz topraklarında yaşamış insanlar, bu ve benzer yapıtların değerini bilememiş, bunları bizim nesillere aktaramamıştır. Özellikle önceki yüzyılda yabancı gezginler, arkeologlar veya tarihçiler, ülkemizin eski eserlere sadece taş gözüyle baktığı dönemlerde, buralarda kazılar yapmış, en kayda değer buldukları yapıtları kendi ülkelerine götürmüşlerdir.
Bu yüzden Antik Dünya’nın yedi harikasından ülkemizde bulunan ikisi, Piramitlerin Mısır için yaptığını ülkemiz için yapma potansiyeline sahip değildir. Ancak bu potansiyele sahip başka bir değerimiz tüm dünyada tanınmaktadır. Bu da “Troya”dır.
Batı dünyasının herşeyin kökeni olarak Yunan kültürünü gösterme modası sonucunda, batılılar Yunan kültürünü tüm kültürlerin üstünde görür, hatta bu eğilim ondan önceki kültürleri yok saymaya kadar gider. Bugün birazcık mitoloji ve arkeoloji eğitimi almış bir batılı mutlaka Troya’nın öneminin farkındadır. Hatta daha ileri gidip “Batıda Troya’yı bilmeyen, tanımayan yoktur” bile diyebiliriz. Troya çok önemlidir; aynı Piramitler gibi, bir gün mutlaka ziyaret edilmelidir. Yalnız sorun, Troya’yı tanıyanların pek çoğunun, Troya’nın Yunanistan’da olduğunu zannetmeleridir. İşte bu aşamada ülkemizin öncelikle yapması gereken, her fırsatta Troya’nın Anadolu’da olduğunu duyurmak, ardından da aynı Mısır’ın yaptıklarını yapmaktır.
Troya’nın gün ışığına çıkarılma öyküsü de dolambaçlı yollardan geçmiştir. Bazı çevreler tarafından hazine avcısı olarak nitelendirilen Schliemann ile başlayan Troya efsanesi, Korfmann’a geldiğinde tarihteki haklı yerini bulmaya başlamıştır.
Manfred Korfmann, Troya ile dolayısıyla kültürümüzle o kadar özdeşleşmiştir ki, geçen zaman içinde Osman adını bile almıştır. Osman Korfmann ile, geçmişindeki olumsuzluklara rağmen Troya’da, batı dünyasının yanlış klişeleri yıkılmaya başlamıştır. Bazı batılı bilim adamlarının işitmekten hoşnut olmadıkları gerçekleri, gene batılı bir bilim adamının kanıtlarla söylemesi bazılarını rahatsız etmeye başladığı bir anda Korfmann’ın çok ani olarak aramızdan ayrılması bizleri üzüntüye boğmuştur.
Turist rehberleriyle yaptığı bir eğitimde Korfmann, Troya’nın nasıl milli parka çevrildiğini, burayı bir Barış Parkı’na dönüştürme çalışmalarını, yerel insanlarla bütünleşmeyi sağlayacak organik tarımın yapıldığı bir alan geliştirme girişimlerini dile getirmiş, Troya Vakfı’nda yeterli Türk ismi göremediğini vurgulamıştı.
Noel Baba Kilisesi’ndeki Ayin Örneğinin Tanıtıma Katkısı
Antalya’nın Demre ilçesindeki Noel Baba Kilisesi’nde, düzenlenen bir ‘ayin’, tartışmalara neden oldu. Noel Baba Barış Konseyi, Fener Rum Patrikhanesi’ne ayin izni veren Kültür ve Turizm Bakanı ile ayini yöneten Fener Rum Patrikhanesi yetkilisi aleyhinde suç duyurusunda bulundu. Noel Baba Barış Konseyi Başkanı, Bakanın Patrikhaneye ayin izni vererek, Lozan Anlaşması başta olmak üzere, Anayasanın 2. maddesindeki laik devlet ilkesine aykırı davrandığını ve görevi kötüye kullandığını iddia etti. Olayın hukuki boyutunu uzmanlara bırakarak turizm açısından değerlendirmeye çalışalım.
Noel Baba Ören Yeri’ndeki kilisede 15 yıllık bir aradan sonra düzenlenen ayine Yunanistan’ın İzmir Başkonsolosu ile İstanbul, Yunanistan ile Ege’deki adalardan 200 Hristiyan da katıldı.
Kilisede yapılan ayin, bizce hem Türkiye’nin tanıtılması açısından önemli bir etkinliktir, hem de ülkemizde yaşanan ‘din ve vicdan özgürlüğü’ ile ‘toplumlararası barışa duyduğumuz saygının’, hoşgörünün önemli bir göstergesidir.
Bütün dünyada Noel Baba adıyla tanınan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nikolaos, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Ancak yurtdışında bu gerçeği bilen kişi sayısı oldukça azdır. Burada yapılacak dünya çapındaki faaliyetler Noel Baba’nın anavatanının Türkiye olduğunun tüm dünya ülkelerine duyurulması konusunda etkin olacaktır. Ülkemizin yurtdışında yapılan tanıtımlarında en etkili yöntemlerden biri de yerinde tanıtımdır. Noel Baba Ören Yeri’ndeki kilisede yapılan ayin, hem etkili bir tanıtım aracı, hem de ülkemize yönelik önyargıların kırılması için önemli bir vesiledir. Bu ve benzeri etkinlikler sayesinde Noel Baba’nın anavatanının Türkiye olduğunu öğrenen birçok yabancının ülkemize duyacağı ilgi artacaktır.
2008 Aziz Paulus Yılı Turist Profilini de Değiştirecek
Vatikan’ın 2008 yılını dünyada ‘Aziz Paulus (Saint Paul) Yılı’ ilan etmesiyle birlikte, Aziz Paulus’un doğduğu ve yaşamını sürdürdüğü Tarsus’da ve ‘Aziz Paulus Yolu’ olarak adlandırılan güzergahta 28 Haziran 2008 – 28 Haziran 2009 tarihleri arasında inanç turizmi hareketi yükselecek.
Hristiyan inanışına göre Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Paulus, Hristiyanlığı yaymak için Anadolu toprakları üzerinden üç gezi gerçekleştirmiştir. Aziz Paulus Yolu olarak adlandırılan bu gezilerin ilkinde deniz yoluyla Samandağ-Seleukeia Pieria üzerinden Kıbrıs’a ve oradan Baf Limanı’ndan Perge’ye ulaşmıştır. Karayoluyla devam ettiği bu yolculuğunda önce Yalvaç’a, (Pisidia Antiokheia’sı) oradan Konya’ya, (İkonion) daha sonra da Hatunsaray (Lystra) üzerinden Derbe’ye gitmiştir. Kısa bir süre sonra bu kentlerin bazılarını yeniden dolaşıp aynı güzergahı izleyerek tekrar Perge’ye dönmüştür. Buradan gemiyle Samandağ’a, oradan da Antakya üzerinden Kudüs’e gelmiş ve ilk yolculuğunu tamamlamıştır. M.S. 50-53 yıllarında ikinci gezisine yine Antakya’dan başlamış ve Anadolu üzerinden önce Troya’ya, oradan da Makedonya’ya ulaşmıştır. Üçüncü gezisine ise M.S. 53 yılında çıkmış ve Efes üzerinden Ege adalarına ve Yunanistan’dan Makedonya’ya ulaşmıştır.
İşte yukarıda rotasını çizmeye çalıştığımız bu üç güzergah ülkemizde inanç turizmi kapsamında “Aziz Paulus Yolu” olarak sunulan alternatif destinasyonlar. Aziz Paulus’un ayak izlerinde, muhteşem bir doğa içerisinde yürüyüş yapma olanağını da içeren bu rota, biz rehberlerin uzun yıllardır kullandığı bir güzergah. 2008 yılında bu turların sayısının artacağı düşüncesi bizi oldukça sevindiriyor. Bu turlara katılmak üzere gelecek turistlerin çoğunlukla üst düzey gelir grubundan olması da ayrıca sevindirici bir konu. Yani Papa 16’ncı Benedikt’in 2008’i ‘Aziz Paulus Yılı’ ilan etmesi bir anlamda ülkemize gelen turist profilini de olumlu etkileyecek.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Mersin Valiliği, Mersin Ticaret Odası, Mersin Belediyesi ve turizm sektörü temsilcilerinin de aralarında olduğu sivil toplum örgütleri, Aziz Paulus yılının ön hazırlıklarını ve tanıtım çalışmalarını uzun süredir yürütüyor. Mersin Valisi Hüseyin Aksoy, Aziz Paulus Yılı etkinliklerinin 21 Haziran’da Tarsus’taki Aziz Paulus Kilisesi’nde düzenlenen, Vatikan’dan kardinallerin de katılımıyla gerçekleştirilecek bir törenle başlayacağını açıkladı. Vali, Aziz Paulus Kuyusu çevresinin bakım ve onarım çalışmalarının sürdürüldüğünü, bu sayede Mersin’in tarihi ve turistik potansiyelinin değerlendirilmesi fırsatını yakaladıklarını belirtiyor. Yalvaç Belediyesi ve Müze Müdürlüğü de benzer çalışmalar içerisinde.
Turizm Haftası’nın açılışı da Mersin’den yapılacak. Bu çalışmalar inanç turizminden ülkemizde bu alanda mevcut tarihi ve kültürel birikim oranında pay alma yolunda ilerlememiz için sevindirici gelişmeler. Rehberler olarak, tarihi ve kültürel varlıklarımızın değerinin ve ülke ekonomimize olası katkılarının bilincine varmamız ve gereğince korunup, tanıtılmasına özen göstermemiz, bu konuda yerel halkın da bilgilendirilmesi konusunun burada bir kez daha altını çizmek istiyoruz. Dileğimiz, Aziz Paulus Yılı nedeniyle yükselecek inanç turizmi hareketinin bir yılla sınırlı kalmaması, ilginin sürekli olmasını sağlayacak etkinliklere imza atılması.
Türk Mutfağının Otellerde Sunumu
Turizmde ulaşım ve konaklama kadar yeme-içme de önemlidir. Türkiye’ye gelen bir turistin ülkesine dönerken aklında, gezdiği gördüğü yerlerin, konakladığı otellerin yanı sıra yiyip içtikleri de kalır; hatta tadılan bir lezzet çoğu zaman o ülkeyle özdeşleşir ve zihinlerden hiç silinmez. Çünkü bir ülkenin veya bölgenin kültürünü en iyi, o bölgenin mutfağı anlatır. İşte bu yüzden dünyada gastronomik aktiviteler, ülkelerin tanıtımında giderek önem kazanmakta, tarihsel ve kültürel destinasyonların yanında tercih sebebi olarak ön plana çıkmaktadır.
Türk mutfağının turizmde tanıtım amacıyla kullanılması için de son dönemde ciddi çalışmalar yapılıyor, ancak yeterli değil. Mutfağımızın markalaşması için çok daha planlı-programlı projelere ihtiyaç var. Bakın dünyaca tanınan İstanbul’daki Feriye Lokantası İşletmecisi ve Baş Aşçısı Vedat Başaran bu konuda şöyle diyor; “Zengin mutfağımızın, mutlaka bilinçli bir şekilde klasik hale getirilip, markalaşması lazımdır. Şu an, Türk mutfağını gereği gibi ifade edecek yemek ikramları oluşturamıyoruz. Oysa Türk mutfağı, hem tanıtıma, hem de işletmelerimize büyük katma değer yaratabilir. Biz halen, lokal mutfağın, pazarlanabilir bir etkisi olduğunun bilincinde değiliz. Bugün, restoranlar ile lüks otellerin restoranlarının çoğunda, uluslararası yemekler mevcut. Özellikle, kalite standartlarını yüksek tutan bu işletmeler, enternasyonel mutfağın yanı sıra, ülkemize gelen misafirlere, zengin Türk mutfağından farklı yemekleri de sunabilir. Yöresel yemekler, çok fazla ilgi çekerken, ciddi prestij de sağlayacaktır.”
Sayın Vedat Başaran’ın bu tespitlerine biz de katılıyoruz. Ülkemize gelen turistlerin otellerimizde ortalama konaklama süresi 5,5 gündür. Böylesine kısıtlı bir zaman için, ülkemize iş veya tatil amaçlı gelen yabancıların yöresel lezzetlerimizi tatması çoğu zaman mümkün olamamaktadır. Özellikle iş turizmi için gelen yabancılar yoğun toplantı trafikleri içinde yerel bir restorana gidip yemek yeme şansını yakalayamamaktadır. İşte bu yüzden otel mutfakları çok önemlidir. İşletmesi uluslararası zincir bir otel grubuna bile ait olsa Türkiye’de faaliyet gösteren tüm otellerin, yöresel mutfaklarımızdan tatları müşterilerine sunmaları gerekir. Bu tatlar otellerin bulundukları yörelerle bağlantılı olarak değişebilir.
Örneğin, Antalya’da binlerce yatak kapasitesine sahip otellerin hepsinde, kentin yöresel lezzetleri müşterilere sunulmalı, yöresel lezzetlere ait ayrı bir büfeleri bulunmalıdır. Akdeniz’in en lezzetli, en özel balıklarının Antalya sularında yüzdüğünü anlatan bilgiler eşliğinde yapılacak bir balık ziyafeti yabancı bir turist için unutulmaz olacaktır. Bir başka örnek vermek gerekirse; Antalya’nın ‘tahinli piyazı’nın meşhur olduğunu buraya gelen kaç turist bilmektedir? Değil yabancı turistlerin, yerli turistlerin bile çok azının bu lezzeti bildiğini tahmin etmek güç değil. Oysa bu lezzet, mönülerde yerini bulduğunda eminiz ki çok ilgi çekecektir.
Rehberler olarak biz de yoğun tur programlarımız içinde bazen gezdirdiğimiz turistleri yerel restoranlara götürecek vakit bulamıyoruz. O zaman konakladığımız otelde yerel tatları içeren özel bir mönü bulduğumuzda çok seviniyoruz.
Yazımı yine Vedat Başaran’ın önerileriyle bitirmek istiyorum: “Ülkemizi dünyaya tanıtırken, deniz-güneş-kum, tarih-kültür gibi potansiyelimizin yanına, yemeklerimizi de tanıtmamızın zamanı gelmiştir. Dünyamız; Fransız, İtalyan, Çin, Japon gibi birçok mutfak kültürünü, derinlemesine ve bütün boyutlarıyla görmüştür. Şimdi sıra, yüzde 10’u bile sergilenmeyen, bakir Türk mutfağındadır. Türk mutfağının sadece pilav üstü kurufasulye olmadığını bilerek, özellikle otellerimizde satılabilir bir proje alternatifi olarak, çalışmalara başlamamız lazımdır.”
Komşu İle İşbirliği İçin Öneriler
Türkiye ile Yunanistan arasında dostluk bağlarının güçlendirilmesi ve turizme katkı sağlanması amacıyla son dönemlerde önemli projelere imzalar atıldı. Türkiye-Yunanistan 7. Turizm Forumu’nda da bu yönde yeni çalışmalar gündeme geldi.
Bu forum için profesyonel turist rehberleri olarak Yunanlı meslektaşlarımızla ortak bir rapor hazırlayarak; iki ülke arasında turizmde işbirliğinin gelişmesi için çeşitli önerileri gündeme getirdik. Önerilerimiz arasında dünyayı fethetmek üzere yola çıkan Büyük İskender’in Anadolu’daki ayak izlerini Çanakkale’den başlayarak İskenderun’a kadar takip eden bir tur programı önerisi var. Bu tur programında, Büyük İskender’in Kuzey Yunanistan’daki doğum yerinden başlayarak Türkiye’de aşağıdaki bölgeleri içine alacak bir rota izlenecek:
“Vergina, Mieza, Pella, Dion, Thessaloniki, Stageira, Amphipolis, Philippi, Kavala, Alexandroupolis, Türkiye-Yunanistan sınırı, Çanakkale, Granicus, Sardes, İzmir, Ephesos, Magnesia, Priene, Miletos, Didyma, Alabanda, Alinda, Iasos, Bodrum, Pınara, Telmessos, Xanthos, Patara, Phaselis, Perge, Serge, Side, Aspendos, Termessos, Sagalassos, Gordion, Kapadokya, Tarsus, Issos.”
İkinci ve önemli önerimiz de zaten yıllardır birçok turizm firmasının uygulamakta olduğu Aziz Paulus’un Hıristiyanlığı yaymak için izlediği rotayı içeren dini tur paketi. Bu rota 1960’lardan beri, dünyanın farklı ülkelerinden dini gruplar için iki ülkede de başarıyla gerçekleştiriliyor. Ancak, bu rotada seyahat eden ve gidilen yerlerde ibadet etmek isteyen turistler için bazı kolaylıklar gösterilmesi konusunda iki ülkenin Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izin ve desteğine gereksinim var.
Üçüncü önerimiz ise, İstanbul-Selanik hattında hizmete giren “Dostluk Ekspresi”nin daha etkin kullanılması. İki ülke arasında her gün hizmet veren bu tren, kendi başına seyahat eden kişilerin yanı sıra seyahat acentelerinin turları için de son derece cazip bir seyahat aracı. Bu trenin daha çok kullanılması için yeni satış ve pazarlama yöntemleri geliştirilebilir.
Yunan seyahat acentelerinin Türkiye’ye düzenledikleri turlarda Türkiye’de Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan belgeli rehber alma mecburiyeti olduğunun vurgulanması ve duyurulması konusu da önemli. Bakanlıklarca ödenek ayrılarak iki ülkenin rehberleri için, Türk ve Yunan Rehberler Birliği ortak komisyonunca ülke tanıtımı amacıyla, seyahat acenteleri aracılığıyla karşılıklı eğitim gezilerinin düzenlenmesinin de oldukça yararlı olacağını düşünüyoruz.
Öte yandan çoklu giriş ve çıkış vizelerinde kolaylık ve artış olmasına karşın bazı bürokratik engellerin azaltılması ve yurtdışı çıkış fonunun kaldırılması ile özellikle sürdürülebilir turizm konusunda politika üretilmesinde Yunanistan ile işbirliğine gidilmesi şart.
Ege’nin iki yakasında yaşayan iki halkın turizm aracılığıyla el ele vermesi, turizmin insanları birbirine yaklaştıran, dünya barışına hizmet eden misyonuyla örtüşüyor. Rehberler olarak Yunan meslektaşlarımızla uzun yıllardır sıkı ilişkiler içindeyiz. Bizim gibi turizm sektörünün diğer birimlerinin de bu tip ilişkiler içinde olduğunu biliyoruz. Unutmayalım Yunanistan’la turizmde ortak atılacak her adım uluslararası arenadaki konumumuzu güçlendirecektir.
İran-Türkiye Turizmi
Türkiye’ye son birkaç yıl içinde en çok turist gönderen beş ülke arasına girmeyi başaran İran, ülkemiz için önemli bir turizm pazarı. Turizmciler İranlıların Avrupa’dan ve Rusya’dan gelen turistlere göre daha fazla harcama yaptığını belirtiyor.
İran’la turizmde yaşadığımız bahar havası Bodrum, Antalya ve Marmaris gibi tatil beldelerine İran devletinin uçuş yasağı koyması ile sona erdi. Böylesine önemli bir turizm pazarını kaybetmemek adına iki ülke arasındaki resmi kurumlar birçok görüşme yaptı. Ancak önemli bir gelişme sağlanamadı. İran’dan Türkiye’ye yapılan tatil turlarının ilanlarında hala çeşitli kısıtlamalar var. Örneğin, ilanlarda Antalya adı kullanılamıyor.
Dileriz bu sorunlar en kısa zamanda çözülür ve iki ülke arasında sağlıklı bir turizm ağı kurulabilir.
Türkiye için İranlı turist ne kadar önemliyse, İran için de Türk turist her geçen gün o kadar önem kazanıyor. Şu günlerde, iki devlet arası her iki ülke arasındaki karşılıklı turist alışverişinin gelişmesi yönünde önemli adımlar atılıyor. İran’da önemli uzunlukta bir sahil şeridi bulunuyor. Pers kültürü ülkeyi önemli bir kültürel ve turistik merkez haline getirmeye yetiyor. İran’da dört mevsim turizm yapılabiliyor. Ancak kapalı sistemin etkisiyle bugüne kadar İran dış dünyaya fazla açılamamış bir ülke.
KKTC Tanıtımda Doğru Yolda
Altın renkli kumsalları ve 9 bin yıllık tarihi ile eşsiz bir tatil cenneti olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Türkiye’den gelecek turist sayısını artırmak amacıyla “Gerçek Akdeniz” sloganıyla bir tanıtım atağı başlattı. Kültür ve Turizm Bakanlığımızın da desteklediği bu kampanya kapsamında, KKTC’nin milli hava yolu KTHY’nin, Türkiye – KKTC arasında doğrudan uçuşlarının olduğu; Ankara, Adana, Antalya, İstanbul, İzmir, Gaziantep ve Trabzon’u içeren 7 il ve bu illere yakın diğer iller (Kayseri-Samsun–Bursa) olmak üzere toplam 10 ilde “Kuzey Kıbrıs Tanıtım Günleri” toplantıları yapılıyor. Çok yakında TV’lerde de KKTC turizm reklamlarını göreceğiz.
Bu toplantılarda KKTC turizm yetkilileri ile etkinliğin yapıldığı ilin turizm sektörü temsilcileri bir araya geliyor. KKTC turizmini oluşturan seyahat acenteleri, otelciler, rehberler, restoran işletmecileri, ulaşım firmaları başta olmak üzere sektörün tüm meslek örgütleri tek vücut bir görüntü sergiliyor. Ada turizminin daha fazla turist çekerek hak ettiği yere gelmesi için ortak bir platformda buluşan sektör meslek birliklerinin sergilediği bu dayanışma, turizmden beklentisi yüksek olan bir ülkenin tam da alması gereken bir tutum. Öncelikle Kıbrıslı turizmci meslektaşlarımızı bu örnek dayanışma için kutluyoruz.
KKTC, uzun yıllardır siyasal nedenlerle tüm dünya devletleri tarafından izolasyona tabi tutuluyor. Son dönemde bozulan ekonomi için tek çıkış yolunun turizme yönelmek olduğunu gören KKTC hükümeti de, doğru bir vizyonla hareket ederek bu kampanyayı başlattı. Avrupa pazarında istediği potansiyele ulaşamayan Ada için Türkiye, cazip bir pazar. Çünkü en kolay ve çabuk sonuç alınabilecek pazar burası; TC vatandaşlarının Kuzey Kıbrıs’a gitmek için pasaporta, vizeye, yabancı paraya ve yabancı dile ihtiyaçları yok; yurtdışı çıkış harcı ödemeden nüfus cüzdanlarıyla Kuzey Kıbrıs’a gidebilir, üstelik Duty Free shoplardan diledikleri gibi alışveriş yapabilirler. Her şeyden önemlisi Türk vatandaşları ve KKTC vatandaşları ortak bir kültürden geliyor; nitekim KKTC Turizm Bakanı Erdoğan Şanlıdağ, Türkiye’den KKTC’ye gelecek her vatandaşa, kendi ülkelerindeymiş gibi hissedecekleri garantisi vererek “Kendi ülkelerindeymiş gibi, ama yurtdışında tatil yapacaklar” ifadesini kullanıyor.
KKTC’de turizme verilen önemin göstergelerinden bir tanesi de sektöre yönelik mevzuat düzenlemeleri. Türkiye’de 30 yıldan fazla süredir çıkması için uğraştığımız Rehberlik Meslek Yasası bu yılın başında Ada’da hayata geçti. Kıbrıslı rehber meslektaşlarımızın çatısı altında toplandığı KITREB’in de katkılarıyla çıkarılan “Kıbrıs Türk Rehberler Birliği Yasası” KKTC’deki turist rehberlerinin eğitimini, mesleğin icra koşullarını, denetleme konularını ve mesleğin işleyişine yönelik esasları düzenliyor. Şimdi sırada Otelciler ve Restorancılar Birliği yasaları var.
Bugüne kadar ülkemizde sadece kumarhaneleri ile bilinen KKTC turizminin ürün yelpazesi aslında çok geniş. İşte bu yelpaze “Gerçek Akdeniz” sloganıyla başlatılan tanıtım kampanyasında Türk turistlere anlatılıyor. Sualtı ve su üstü sporları, geleneksel mutfak, yatçılık, kongre, golf, agro turizm, köy pansiyonculuğu, mağara turizmi, flora ve fauna turizmi, atlı doğa gezintisi gibi saymakla bitmeyecek turizm ürünlerinden sadece birkaçı. Nasıl her Türk vatandaşının Anadolu’da görmediği yer kalmasın diyorsak, aynı duyguları KKTC için de paylaşmalıyız.
KÜLTÜR VE TURİZM BİLİNCİ
Yerli Turisti Özendirmeliyiz
Bayramlar, özellikle kış aylarına rastlayan bayramlar yurtdışına tur düzenleyen seyahat acentelerini ve dolayısıyla turist rehberlerini de hareketlendiriyor. Her yıl bayramlarda seyahate çıkanların sayısında artış olduğu söyleniyor, yazılıyor. Yurtdışına tatile çıkan kişi sayısında çelişkili rakamlar açıklanırken, kimi bu rakamı 150 bine kadar çıkarmakta sakınca görmüyor; bu abartılı rakamlarla kendimizi kandırmamamız gerektiği çok açık.
Bayramlardan önce yurtdışındaki kayak merkezleri gibi birçok yerde tatil imkanlarının, yurtiçindeki merkezlerden çok daha ucuza geldiği yazılıyor. “Avusturya’daki kayak merkezinde bulunan 3 yıldızlı bir otelde yarım pansiyon konaklamanın günlük bedeli ulaşım da dahil 150 YTL’ye gelirken, bayramda Türkiye’deki bir kayak merkezinde 5 yıldızlı bir otelde günlük kayak keyfinin 261 YTL’yi bulduğu” gibi örnekler veriliyor. Yurtdışı turlarından bazılarının Euro olarak fiyatları açıklanıp, Türkiye’deki tatil olanakları ile karşılaştırılıyor, çıkan tabloda yerli turistin yurtdışına çıkarken yurtiçi turdan daha az para ödediği sonucuna varılıyor.
Hem bu yöndeki tur programları, hem de gazetelerde çıkan özendirici ilanlar yerli turisti yurtdışında tatile yönlendiriyor. Türk insanı, kendi yaşadığı topraklarda var olan tarih ve kültür hazinelerini görmek, yepyeni ve pırıl pırıl otellerinde kalmak yerine yurtdışına çıkmayı tercih ediyor. Farklı medeniyetler tanımak, onların tarihi ve kültürel varlıklarına ilgi duymak çok güzel, ancak öncelikle ulaşılması daha kolay olan ülkemiz zenginliklerini tanımamız gerekmez mi?
Türkiye’nin tarihini ve kültürünü görmek ve öğrenmek için binlerce kilometre yoldan gelen yabancı turistlerle karşılaştırıldığında halkımızın kendi değerlerimize ilgisizliği, turizm ve kültür bilincinin eksikliği üzücü. Yerli turistlerin kültürel çevreye ilgileri yok denecek kadar az. Yaşadıkları kentteki müzeleri, ören yerlerini ziyaret etmeyen yurttaşlarımızın, yurtdışına çıktığında tur kapsamında oradaki müzeleri ziyaretleri ironik bir durum.
Yerli turisti yurtiçinde özellikle kültür turizminden yararlanmaya özendirme konusunda ilgililere büyük görev düşüyor. Tüketiciye sunulan kültür turları son derece sınırlı. Acentelerin bu konuda sunacağı alternatif programlar ve yetkililerin halkı bilinçlendirmeye yönelik çalışmaları turizm gelirlerimizde iç turizmin payının yükselmesine yol açmakla kalmayıp, tarihi ve kültürel değerlerimizin tanınıp, korunmasında da büyük rol oynayacaktır. Yurtdışı pazara gösterdiğimiz titizliği iç turizme de göstermeyi başarabilirsek turizmde özlediğimiz tabloya ulaşabiliriz..
İç Turizmde Aynı Hatayı Yapmayalım
‘Yerli turiste indirim’ kampanyası iç turizm hareketinin gelişmesi açısından son derece önemli bir adım. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile TÜRSAB’ın öncülüğünü yaptığı bu kampanyada yurtiçi turlarda yüzde 30-40 indirim olacağı dile getirildi. TÜRSAB yetkilileri, yerli turistlere, yurtdışından gelen turistlere uygulanan fiyatların uygulanacağını, bunun da ortalama yüzde 30-40 indirim demek olduğunu belirttiler.
Bu kampanyada amaç; hem boş otel odalarını doldurmak, hem de yerli turistlerin kültür ve turizm bilincinin gelişmesini sağlamak… İşte şimdi fiyat politikasını bahane göstererek yurt dışında tatili tercih eden insanlar için önemli bir fırsat var, artık Türkiye’de tatil yapmak daha ucuz olacak!
Burada üzerinde önemle durmak istediğimiz bir başka nokta var; eğer bu kampanyanın gerçekten kültürel yaşantımıza zenginlik katmasını istiyorsak, yerli tüketiciye sunacağımız kültür turları programlarını son derece özenle hazırlamamız gerekir. Aksi takdirde yurtdışı pazarda yaptığımız yanlışı yurtiçi turizmde de yaşama olasılığımız çok yüksek olur. 5 yıldızlı, yüksek standartlarda hizmet veren otellerde uygun fiyata her şey dahil tatil satmaya yoğunlaşıp, kültürümüze özgü zenginlikleri arka plana itersek; yerli turiste otel sınırlarının dışına çıkmadan, hiç müze ve ören yeri gezmeden, alışveriş yapmadan yiyip, içip, eğlenmekten öteye gitmeyen bir tatil programı hazırlarsak böyle bir ‘İç Turizm’ kampanyasını başlatmanın anlamı da kalmaz. Evet belki ucuz fiyatlar nedeniyle otel odaları yerli turistler sayesinde bütünüyle dolar ama tarih ve kültür bilincimiz yine olduğu yerde kalır, günü kurtarmaktan öteye gidemeyiz.
Anadolu Tatil Günleri’ne Ne Oldu?
Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED), Turizm Yatırımcıları Derneği (TYD) ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) biraraya gelerek, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle bir iç turizm kampanyası başlatmıştı. Özellikle Anadolu’da yaşayan insanları tatil ile tanıştırmak için düzenlenen bu kampanyanın adı ‘Anadolu Tatil Günleri’ idi. Bu kampanya ile birlikte İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük kentlerin dışındaki illerde yaşayanlarda tatil bilinci yaratılmaya çalışılmış, 10 ili kapsayan bir ‘roadshow’ yapılmıştı. Rengarenk Türkiye afişleriyle donanmış tırla 10 ili dolaşan turizmciler, kent merkezlerinde tanıtım gerçekleştirmişlerdi.
Biz de her yıl 21 Şubat Dünya Rehberler Günü’nde verdiğimiz ‘TUREB Ödülleri’ kapsamında ‘En İyi Turizm Reklamı’ dalında ödüllendirmiştik bu çalışmayı. Kampanya, tüm turizm camiası tarafından olumlu karşılanmış, devamının gelmesi dilenmişti. Tatil tırının dolaştığı Anadolu kentlerinden gelen tepkiler de çok olumluydu. Kıyı bölgelerdeki otellerin, acentelerin yetkilileriyle birebir tanışma fırsatı bulan yerli turist, tatilini planlarken nasıl hareket etmesi gerektiğine dair ipuçları da almış, ayağına kadar gelmiş turizmcilerle sıcak iletişim kurma fırsatı yakalamıştı. Bu proje iç turizmde hemen hemen yok denecek kadar az olan erken rezervasyon bilincini oluşturmak için de oldukça önemliydi.
Kampanya kamuoyuna tanıtılırken, her yıl düzenleneceği dile getirilmişti. Ancak ne yazık ki, bu gerçekleştirilemedi. Ülkemize gelen yabancı turist sayısındaki artışın iç turizme yönelik bu tür uygulamaları engellememesi gerektiği düşüncesindeyiz.
Kongre Turizmine Bakanlıktan Destek
Toplantı, kongre ve konferans etkinlikleriyle bir turizm çeşidi olarak karşımıza gelen ‘kongre turizmi’nin dünyada önemi gün geçtikçe artıyor. Kongre turizminin dünya turizm hareketi içindeki payı yüzde 30’ları bulurken; Türkiye’de bu pay sadece tek haneli rakamlarla (yüzde 1.5-2) sınırlı kalmaktadır. Ülkemizde bu turizm çeşidine ait rakamların bu kadar düşük olmasının nedeni konuya yeterince ağırlık verilememesinden ve hedef kitlelerin doğru belirlenip etkili tanıtım yapılamamasından kaynaklanmaktadır.
Oysa kongre turizmi, ülkemizi hiç tanımayan, normal koşullarda seyahat etmeyi düşünmeyen insanları işleri nedeniyle ülkemize getirme avantajına sahiptir. Ayrıca belli bir sezon ile kısıtlı değildir, yılın her döneminde turizm hareketini arttırabilir. Kongreler için gelen insanların çoğunu yüksek gelir grubuna ait, üst ve orta düzey yöneticiler, iş adamları ve akademisyenler oluşturmaktadır. Bu insanların ülkemizde kaldıkları süre içinde harcama oranları yüksektir; bir delege, uçak ve otel hariç ortalama bin dolardan fazla harcama yapmaktadır. Öte yandan bu insanların ülkelerine döndüklerinde etkileyebildikleri insan sayısı da oldukça fazladır ve kendi profillerine yakın insanları ülkemize gönderme ihtimali de yüksektir.
Bugün Türkiye, turizmin her çeşidine hizmet verebilecek bir potansiyele sahiptir; altyapı sorunları çözüldüğü takdirde kongre turizmi de bizce ülkemiz turizminin en önemli kozlarından biri olabilir. Dışarıdan bakıldığında kongreler için gerek sektör, gerek resmi kurumlar tarafından önemli bir çaba sarfedildiği görülmekte, ancak bu çabalar altyapı sorunları, tanıtım ve yatırım eksikliğinden dolayı çoğu kez havada kalmaktadır.
Amerika’da kongre ve toplantı turizminin öncü kuruluşlarından biri olan Global Events Partner (GEP) şirketinin Başkanı Christopher White, Universal Turizm’in konuğu olarak ülkemize gelerek bazı incelemelerde bulundu. Bu kuruluş, ABD’de faaliyet gösteren ancak tüm dünyada seçkin ortakları olan bir toplantı organizatörü konumunda çalışıyor; etkinlikler, turlar, ulaştırma ve programlara lojistik destek vermek konularında uzmanlaşmış. Sayın White’ı İstanbul’da gezdirme görevi bana düştü. Kendisi ülkemizde kaldığı süre içinde İstanbul, Kuşadası ve Bodrum gibi ülkemizin öne çıkan turizm merkezlerini gezerek kongre olanaklarını tanıdı. Sayın White’a rehberlik yaparken kendisinden ülkemizde kongre turizminin gelişmesine yönelik önemli öneriler alma fırsatı buldum. Kongre turizminde atağa geçmek için doğru insanlara tanıtım yapmak gerektiğini vurgulayan White; “Kültür ve turizmden sorumlu Bakanlığınız bu alanda yapacağınız tanıtımları desteklemeli. Örneğin kongre turizminde söz sahibi uluslararası birçok kuruluş var. Bu kuruluşlardan her yıl 100-150 temsilciyi Türkiye’ye çağırarak kongre ve toplantı olanaklarınızı tanıtırsanız, mutlaka güçlü iş bağlantıları kurabilirsiniz.” önerisinde bulundu.
Christopher White’ın bu önerisi bizce kongre turizminden aldığımız payın gözle görülür bir şekilde yükselmesine yardımcı olabilecek niteliktedir. Kültür ve Turizm Bakanlığı, hali hazırda birebir tanıtım kampanyalarına destek vererek seyahat sektöründe yayın yapan dünyaca ünlü basın yayın kuruluşlarının temsilcilerini, gezi yazarlarını ve gazetecileri ağırlayarak oldukça etkin tanıtım yapıyor. Bu tanıtım yöntemi kongre ve toplantı organizasyonu konusunda da kullanılmalı. Yani Bakanlık desteğiyle yukarıda örneğini verdiğimiz GEP gibi kongre organizatörleri ve onların işaret edeceği kanaat lideri konumundaki kişiler ülkemize davet edilmeli ve onlara birebir tanıtım yapılmalıdır. Kazanacağımız bir kanaat lideri binlerce kişilik kongrelerin ülkemize alınmasına yarayacaktır.
Kültür Turizmine Teşvik
Türkiye’nin turizmden elde ettiği gelirin yükselebilmesi için kitle turizmi yerine kültür turizmine çok daha fazla ağırlık vermesi gerektiğini daha önce çok kez bu köşede dile getirmiştik. Bu konuda son dönemde Kültür ve Turizm Bakanlığı başta olmak üzere hem turizm meslek örgütlerinin hem de sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının yoğunlaştığını görmek bizi sevindiriyor. Üretilen yeni projelerle turizmi ülkemizin dört bir yanına yaymak, bu sektörden elde edilen gelirin bölgelere adil olarak dağılımını sağlayabilmek için çözüm yolları aranıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, içinde bulunduğumuz yıl için her kültüre özgü farklı tanıtım kampanyaları yürütme kararı almıştı. Türkiye geneli ve İstanbul tanıtımına ağırlık veren Bakanlık, Antalya, Kapadokya, Güney Ege, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri için ayrı ayrı reklam filmleri çektirdi. Tanıtımda destinasyon odaklı olarak yürütülen bu kampanyanın olumlu sonuçlarını yavaş yavaş almaya başladık.
Turizmin yasal statüye sahip tek meslek örgütü olan Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) da kültür turizmini ön plana çıkaran çalışmalara imza atıyor. Turizmcilerin yıllardır yurtdışından kitle turizmi için gelen turistlere odaklanmakla hata yaptığını sık sık gündeme getiren TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy, turizmde artık gözümüzü Anadolu’ya çevirmemiz gerektiğini vurguluyor. Sayın Ulusoy’a katılmamak olanaksız. TÜRSAB’ın bünyesinde kültür turizmi hareketine ivme kazandırmak amacıyla kurulan özel bir komite de var: TÜRSAB Kültür Komitesi. Bu komitenin çoğunluğunu rehber kökenli acenteciler oluşturuyor. Kültür turizmi yapan bu acentelerin bilgileri ve deneyimlerinden yola çıkılarak, turizmi Anadolu’ya yaymak için yol haritaları çizilmeye çalışıyor. Bu amaçla bugüne kadar Anadolu’nun 7 ilinde Kültür Turizmi Sempozyumları düzenlendi. İstanbul, Kapadokya, Kuşadası, Şanlıurfa, Tarsus, Kastamonu ve son olarak geçen haftasonunda Van’da yapılan sempozyumlarda bölgelerin turizm sorunları masaya yatırılırken, bu sorunlara çözüm önerileri de gündeme getirildi.
Öte yandan kültür turizminin başrol oyuncuları olan profesyonel turist rehberlerinin meslek örgütü Turist Rehberleri Birliği (TUREB) olarak biz de son dönemde bu alanda çalışmalar yürütüyoruz. Kültür turizmine ivme kazandırmak için yeni tur güzergahları belirleyerek bu alanda çalışacak rehberler yetiştirmeye çalışırken, acentelerle işbirliği içinde düzenlediğimiz rehberlikte uzmanlaşma eğitim programlarıyla yeni turizm ürünleri üretmeye çalışıyoruz.
Bütün bunlar ülkemizde başarıyla icra edilen kitle turizmine alternatif bir turizm alanları yaratmak için yapılan son derece faydalı çalışmalar. Ancak meslek örgütlerinin ya da sivil toplum kuruluşlarının kendi kısıtlı olanakları içerisinde yaptığı bu çalışmalar tek başlarına yeterli değil. Öncelikle devletin, turizm politikasını kitle turizminden çıkarması şarttır. Kitle turizmine verilen teşviklerin yanı sıra artık kültür turizmi de teşvik kapsamına alınmalıdır. Tarihi ve kültürü hepsi başlı başına bir turizm kenti olan Anadolu illerimiz kültür turizmine açılmasının çoktan zamanı gelmiştir.
Kuş Gözlem Turizmi
Dünya Turizm Örgütü (UNWTO) verilerine göre Türkiye, geçen yıl yüzde 18’lik büyüme ile turizmde en hızlı artışı yakalayan ülkelerin başında yer aldı. Ülkemizin özellikle kıyı turizmi alanında gösterdiği yüksek performans bu birincilikte etkili oldu. Ancak turizm gelirleri söz konusu olduğunda aynı yüksek performans yakalanamadı ne yazık ki. Türkiye’nin 2007 yılı turizm geliri 18 milyar 487 milyon dolarda kalırken, TÜİK verilerine göre yabancı turistler Türkiye’de günde ortalama 72.4 dolara tatil yaptı.
Yukarıdaki istatistikler Türkiye’nin turizmden elde ettiği gelir açısından hak ettiği düzeyde olmadığını ortaya koyuyor. Ülkemizde turistlerin harcadığı dövizin çoğunun yabancı tur organizatörleri, havayolları ve diğer servislere gittiği konusunda eleştiriler gündeme geliyor. Turizm faaliyetlerinin yerel kültürlere ve eko-sistemlere geri dönüşü olmayan olumsuz etkileri ile diğer kârları gölgelediği de öne sürülüyor. Bu eleştirilere katılmamak mümkün değil.
Türkiye’nin turizmden üst düzeyde verim alabilmesi için ‘alternatif turizm’ alanlarına yönelmesi gerektiği bir gerçek. Bunu Bakanlık da dahil olmak üzere tüm sektör kavramış durumda ve herkes kendi imkanları çerçevesinde bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bu köşeden Türkiye’nin turizm politikasının ‘kültür turizmi’ odaklı olması gerektiğini çok kez yazdık. Ancak kültür turizminin yanında dikkat çekmek istediğimiz bir alternatif turizm türü daha var o da doğa turizmi. UNWTO’ya göre doğa turizmi, turizmde en hızlı büyüyen sektör.
Doğa turizmi, geniş kapsamlı bir alan; rafting, kano, dağcılık, doğa yürüyüşleri, kuş gözlemciliği gibi birçok etkinlik doğa turizmi içerisinde yer alıyor. Örneğin kuş gözlemciliği alanında inanılmaz düzeyde zengin bir yelpazemiz var. Türkiye’deki toplam kuş türlerinin sayısının Avrupa’nın tamamında bulunan kuş türleri kadar olduğunu acaba kaçımız biliyoruz? Adı sadece kıyı turizmi ile anılan Akdeniz bölgesinde Batı ve Doğu Akdeniz Havzası ile Antalya Havzası’nda binlerce kuş türünün gözlemlenebileceğinden kaç kişi haberdar?
Avrupa’da gittikçe yaygınlaşan kuş gözlemciliği turları için Türkiye tam anlamıyla bir cennet. Ülkemizin kuşlar açısından zengin olmasının en önemli nedeni zengin sulak alanlara sahip olması ve kuş göç yolları üzerinde bulunması. Doğa Derneği’nden aldığımız bilgilere göre Türkiye’ye kuş gözlemciliği turu yapmak için gelip de 10 günlük tura katılan bir turistin görebileceği kuş sayısı 150-200 arasında. Üstelik, doğa turu yapmak için ülkemize gelen turistlerin çevreye saygılı-korumacı ve yerel halkla birebir iletişim kuran, yerel ürünlerden bol alışveriş yapan bir kesim olduğu biliniyor.
Ancak bu turizm türünde yeterince tanıtım yapamadığımız için dünya literatüründe adımız pek geçmiyor. Turizmde günü kurtarmak için yapılan çalışmalar çoğu zaman, kuş gözlemciliği gibi önemli bir turizm ürünümüzü geri plana atmamıza neden oluyor. Çünkü bu ürün, paket turlar kadar kolay bir ürün değil.
Son dönemde kuş gözlemciliği alanında faaliyet göstermek üzere gerek yerel, gerekse ulusal çapta kurulan sivil toplum örgütlerinin sayısı çoğaldı. Bu sivil kuruluşlar, kendi çabalarıyla Türkiye’nin potansiyelini yurtdışında duyurmaya çalışıyor. İşte bu kurumlarla turizmcilerin işbirliği yapması gerekiyor. Böylelikle bir hobi olarak icra edilen kuş gözlemciliğinden turizm geliri elde etme yolunun açılması mümkün olabilecek.
Yurtdışı Turlar İçin Uzman Rehberler
1618 sayılı Seyahat Acenteleri ve Seyahat Acenteleri Birliği Kanunu’nda yapılan son değişikliklere göre, yurtdışı paket turlarda da artık profesyonel turist rehberi bulundurmak zorunlu hale geldi. Bu, tüketici haklarının korunması, yurtdışı turlarda konusunda uzman rehberlerin görev alması ve rehberlerin kamuoyundaki imajının yükselmesi açısından önemli bir gelişme oldu.
Bugüne kadar turizm tüketicileri arasında yapılan anketler, rehberli çıkılan turlarla (belgesiz) rehbersiz yapılan turlar arasında büyük farklar olduğunu, rehberli turlarda müşteri memnuniyetinin arttığını, belgesiz tur liderleriyle yapılan turlarda sorunlar yaşanabildiğini gösteriyor. Nasıl yurtdışından ülkemize gelen yabancı turistler, profesyonel turist rehberliği hizmetlerinden yararlanabiliyorsa, belgeli, eğitimli, nitelikli kişilerden hizmet alabiliyorsa, bundan sonra yurtdışına tatile giden Türk vatandaşlarımız da aynı kalitede hizmetten yararlanabilecek.
Türkiye’deki turist rehberleri günümüzde, hem ‘tur lideri’ hem de ‘yerel rehber’ olarak iki önemli görevi birarada başarıyla yürütüyor. İşte bu yüzden meslektaşlarımızın verdiği hizmetlerin kalitesi de çoğunlukla dünya standartlarının üzerinde seyrediyor. Rehberlerimiz, yurtdışına düzenlenen turlarda, gidilen ülkenin yasaları gereği yerel rehber almak zorunda oldukları için, çoğunlukla ‘tur lideri’ olarak hizmet veriyor. Böyle durumlarda iki kültür arasında köprü kurmaya, Türk turistlerin beklentilerinin karşılığını bulmasına yardımcı olan Türk meslektaşlarımız, gidilen ülkenin kültürünün daha iyi anlaşılmasını da sağlayarak o turun başarıyla geçmesinin güvencesi oluyorlar. Bazı ülkelerde ise yerel rehber alma zorunluluğu yok. Bu ülkelerde yerel rehber açığı, tümüyle tur lideri olarak giden Türk rehberle kapatılıyor.
Turist Rehberleri Birliği 1618 sayılı yasayla getirilen bu yeni düzenlemeden sonra hemen yurtdışı turlar konusunda yeni uzmanlık eğitim programları düzenlemeye başladık. Acenteler ve rehberlere yaptığımız anketler sonucunda yurtdışı turlarda hangi ülkelerde uzman rehber ihtiyacı bulunduğunu saptadık. TÜRSAB ile işbirliği içinde, yurtdışına yerli turist götüren acenteler tarafından doldurulan anket sonuçlarına bağlı olarak önümüzdeki günlerde yeni ‘Yurtdışı Turları Üzerine Rehberlikte Uzmanlık Eğitim Programları’ gerçekleştiriyoruz. Bununla öncelikli amacımız, yurtdışı turlarda uzman rehberler yetiştirerek ‘outgoing’ hareketinin potansiyelinin yükselmesine katkı sağlarken, meslektaşlarımızın da bu konudaki eğitimlerinin yükselmesine yardımcı olmak ve böylelikle daha fazla iş almalarını kolaylaştırmak. Konusunda uzman rehberlerin katkılarıyla, seyahat acenteleri de yeni ürünler, destinasyonlar geliştirebilecek.
Tatile Çıkmadan Önce Bilinmesi Gerekenler!
‘Yerli turiste erken rezervasyon indirimi’ kampanyasından 2007 yılında yararlananların sayısının 700 bine, rezervasyonların sayısının da 300 bine ulaştığı ifade ediliyor. Yerli turizm tüketicilerine bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyoruz.
Tüketiciler çıktıkları turlarda en çok otel rezervasyonlarında yaşanan aksaklıklardan, tesisin konumundan, odaların temizliğinden, yemeklerden, personelin hizmet kalitesinden, ulaşımın aksamasından şikayet ediyor. Türk tüketicilerin otellerde çifte rezervasyon yüzünden lobilerde kaldıklarına çok kez şahit olduk. Tatile çıkmadan önce doğru ve tutarlı bir bilgi aktarımının sağlanamaması nedeniyle tüketiciler hem maddi hem de manevi zarara uğrayabiliyor. Kaçak rehberlerle çıkılan kültür turlarında yaşanan aksaklıklar ise çok daha vahim.
Bu tür aksaklıkların yaşanmaması için TÜRSAB üyesi acentelerle ve kokartlı rehberlerle tura çıkmak birinci şart olmalı. Tüketiciyi Koruma Derneği (TÜKODER) de tatile çıkanları aşağıdaki hususlarda uyarıyor:
- Tatilinizi organize eden seyahat acentesinin işletme belgesinin olup olmadığına dikkat edin. (Her seyahat acentesi kapısında TÜRSAB amblemi taşıyan sarı pirinçten bir levha bulundurmak zorunda)
- Acentenin size verdiği broşürü, yaptığınız sözleşmeyi yanınızda bulundurun.
- Eğer kitlesel paket tatiller dışında, size özel bir hizmet satın almışsanız ya da size broşür bilgileri dışında bilgiler verilmişse, bunların yazılı hale getirilmesini talep edin.
- Tatilinizi seçtiniz ve rezervasyonunuzu yaptırdınız. Ödediğiniz bedel karşılığı bir makbuz aldınız. Bu makbuzun yanı sıra size rezervasyonunuzu belirten, içinde ulaşım, konaklama tarihleri ve şekilleri belirtilen bir başka belge daha verilecek. Bu belgeye “Voucher” denir. Kimi zaman bu belgede sadece konaklama bilgileri yer alır. Özellikle ulaşım kendiniz tarafından organize ediliyorsa bu belge, ilgili konaklama tesisine giriş yaparken size gerekli olacak ve bir sureti tesise teslim edilecektir. Bazen, gezi şartları broşürlerin arkalarında veya voucherin arka yüzünde yer alır. Bu şartları okuyun ve buna göre davranın.
- Seyahat acenteleri tur sırasında lisanslı bir rehber bulundurmak zorundadır. Ödediğiniz tur ücretine profesyonel rehberlik hizmeti dahildir. Gezdiğiniz yerler hakkında doğru bilgiler alabilmeniz, sorun yaşadığınızda bunun kısa sürede çözülebilmesi turist rehberinizin profesyonel olup olmadığına bağlıdır. Rehberinizin kokartını kontrol edin.
- Rahatsızlığınızı belgeleyin! Sizi rahatsız eden her şeyi, açık olarak yazdığınız bir tutanağı bu hususları gören kişilere imzalatın. Özellikle tesis işletmecisi ve seyahat acentesi temsilcisinin imzalarının bulunması yerinde olacaktır. Tutanağın bir suretini saklayın ve diğer suretini seyahat acentenize mümkünse tatil bitmeden veya en geç tatil bitiminden sonraki bir hafta içinde teslim edin.
- TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği) ve TUREB (Turist Rehberleri Birliği)’e başvurun! Sorununuza seyahat acenteniz ile bir çözüm bulamadığınız takdirde, bu iki kurum bünyesindeki “tüketici sorunları bölümüne” başvurabilirsiniz.
TURİZM VE ÇEVRE
Kıyıların Korunması
Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın Kıyı Kanunu’nda yapmayı planladığı değişiklikler ülkemizin doğal yapısının korunması konusunda endişelerimizin artmasına neden oluyor. Dünyada benzeri az bulunan bir kıyı şeridine sahibiz; bu kıyı şeridini koruyarak, kontrollü bir şekilde turizme açmamız gerekirken kısa vadeli düzenlemelerle doğal yapıya zarar verecek girişimlere davetiye çıkarmamız kabul edilir gibi değil.
Yeni düzenlemelere göre kıyılarda sahil şeridi daralırken, yapılaşmada söz hakkı yatırımcıya geçiyor. Bu tasarının yasalaşması halinde hem kıyılarda betonlaşmaya yasal kılıf uydurmanın yolu açılacak, hem de Türkiye’nin en önemli turizm ürünlerinden olan yat turizmi ve Mavi Yolculuğa büyük darbe vurulacak. Tasarıda, “kıyılardan halkın yararlanmasını ve kamu ve toplum yararına kullanma ilkelerini sınırlayan” hükümlerin de yer alması yanlışlar zincirinin başka bir halkası.
Gün geçmiyor ki doğa harikası kıyılarımıza ilişkin kötü bir haber gelmesin. Ülkemizde ‘turizm yapmak için her yolun mübah’ olduğuna ilişkin yanlış bir inanış hakim. Turizmden milyarlarca dolar gelir elde edelim derken kaynaklarımızı kendi ellerimizle kurutmakta son derece başarılıyız. Her gelen hükümet maalesef halkı bilinçlendirmek yerine kıyılarımızı plansız ve kontrolsüz turizme açmak için adeta yarışıyor. Koruma bilincimiz eksik. Karadeniz Sahil Yolu projesi de bunun tipik örneklerinden. Projenin, Karadeniz bölgesinin ekonomik yapısına ve turizmine önemli katkılar sağlaması beklenirken yol inşaatı sırasında benzersiz bitki türleri, sadece Karadeniz sularında yetişen nadir balık türleri ile plajlar yok oluyor.
Mevcut Kıyı Yasası’nda 100 metre olan sahil şeridi yeni tasarıya göre 50 metreye iniyor. Bu değişikliğin bazı yerlerde denize sıfır noktasına varabileceği ya da birkaç metreye inebileceği belirtiliyor. Turizmi bir yana bırakın, böyle giderse yakında nefes alacak, denizin mavisini doya doya seyredecek kıyı bulamayacağız.
Öte yandan bu tasarıda, kıyılardan halkın yararlanmasını sınırlayan hükümlerin yer alması da son derece sakıncalı. Turizm bölgelerinde yaşayan halkın olanaklardan yeterince yararlanamadığı, turizmin bölgeye zarar verir hale geldiği durumlar kabul edilir gibi değil. Kıyılarımızın tümü halkın olmaktan çıkar, özel mülkiyete geçerse o kıyılarda yapılan turistik faaliyetin de tamamiyle ülke yararına olmayacağını düşünüyoruz. Böyle bir durumda turizm sadece para kazanmak için yapılan bir iş olmaktan öteye gidemeyecektir. Oysa turizm, ülkemizin uluslararası platformda kültürel olarak hak ettiği yeri almasında ve halklar arasında sıcak iletişim kurulmasında en büyük araçlardan biridir.
Hep söylediğimiz gibi kısa vadeli hesaplarla kıyılarımıza ilişkin alınacak her türlü yapılaşma izni kararı, uzun vadede kıyılarımızın beton yığınlarına dönüşmesine neden olacaktır. Turizmi geliştirmek istiyorsak, betona değil doğaya yatırım yapmalıyız.
Mavi Yolculuk ve Koyların Turizme Açılması
Mavi Yolculuk, özellikle Finike-Gökova arasındaki bölgede eşi bulunmayan, Türkiye’nin en iyi turizm ürünlerinden biri. Çok önemli bir gelir kaynağı olabilecek Mavi Yolculuk, ülkemize gelen standart turist profilinden farklı olarak; kültüre eğilimli, gezdiği, gördüğü ülkenin değerlerini özümseyebilen, takdir eden, korumacı bir yapıya sahip, aynı zamanda iyi para harcayan turistler tarafından özellikle tercih ediliyor.
Mavi Yolculuğun gerçekleştiği koylarda kitaplarda, yönetmeliklerde yazılı olmayan kurallar geçerlidir. Bir koya demir attığınızda yüksek sesle konuşamaz, başkalarını rahatsız ederek müzik dinleyemez, sabaha kadar jeneratör çalıştıramazsınız, çünkü o koyda başka tekneler de vardır; turistleriniz yakamozda denize girecek diye tüm koyu işgal edemezsiniz, çevrenizi korumak ve aynı havayı soluduğunuz, aynı sularda yüzdüğünüz başka insanlara saygılı olmak zorundasınızdır.
Şöyle bir manzara düşünün, Mavi Yolculuktasınız bir koya demir attınız, gün batımının en güzelini yaşamak için beklerken kitap okuyorsunuz; biraz sonra da kumlara uzanmayı veya kendinizi serin sulara atmayı planlıyorsunuz. Ama tam bu sıralarda Fethiye’den ya da Bodrum’dan hareket etmiş günlük iki tur teknesi karşıdan bangır bangır müzik sesleri ile birbirleriyle yarışırcasına son sürat size doğru ilerliyor. Diskoteğe dönmüş bu teknelerden denize atlayanlar, çevreyi kirletenler sizin bütün huzurunuzu bozuyor. Huzur bulmak için geldiğiniz bu koy yarım saat içinde sizin için işkenceye dönüşüyor.
Rehberler olarak, turistlerimize Mavi Yolculuğu ‘kara yoluyla ulaşamayacağınız eşsiz güzellikler’ olarak anlatmakla işe başlarız, oysa koylar turizme açılırsa bu karakteristik özelliğini tamamen yitirecek.
Sürdürülebilir turizm anlayışının bir türlü benimsenemediği ülkemizde turizmden milyarlarca dolar gelir elde edelim derken kaynaklarımızı tüketmekte üstümüze yok. Maalesef halkı bilinçlendirmek yerine önüne çıkan her doğa harikasını plansız ve kontrolsüz turizme açan anlayış ve yaklaşımlar da bu yanlışlar zincirinde başı çekmekte.
Turist rehberlerinin önderi Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı)’nın, önceleri balıkçı tekneleriyle çok mütevazı koşullarda dostlarıyla birlikte Gökova Körfezi’nde yelken açarak başlattığı, isim babalığını Sabahattin Eyüboğlu’nun yaptığı Mavi Yolculuk, vazgeçilmez bir turizm çeşidimiz. Mavi Yolculuk rotasında atılacak her yeni adımda son derece dikkatli olmak zorundayız.
Kısa vadede gelir kaynağı olabilecek ama uzun vadede Mavi Yolculuğa zarar verirken kıyılarımızı da beton yığınına çevirecek projelere destek vermemekte kararlıyız. Profesyonel turist rehberleri olarak Halikarnas Balıkçısı’nın mirasına sahip çıkmayı öncelikli görevimiz kabul ediyor, bu önemli kaynağı özenli kullanmamız, atılacak her adımda sürdürülebilirlik ilkesini gözönünde tutmamız gerektiğine inanıyoruz.
Golf Yararlı mı Yoksa Zararlı mı?
Türkiye Golf Federasyonu (TGF) yetkilileri ülkemize 86 golf sahası daha yapılacağının, 4-5 yıl içinde golf sahası sayısının 100’e ulaşacağını bildiriyorlar. 100 golf sahası gerçekten çok büyük bir hedef. Federasyonun iddiasına göre bu golf sahalarıyla Türkiye, İspanya ve Portekiz gibi yıllık 2.5 milyar dolar ek turizm geliri elde edebilecek düzeye ulaşacak, bu yeni yatırımlar sayesinde 25 bin kişiye de yeni iş alanları açılacak.
Öte yandan kamuoyunda, 100 golf sahası ile ilgili farklı görüşler mevcut. Çevreci örgütler bu golf turizmi atağına karşı bir cephe oluşturdu. Golf sporu için çok büyük çim ve açık alan, çimlerin sürekli yeşil tutulabilmesi için de aşırı miktarda su gerekiyor. Ülkemizin yeraltı sularının, golf için aşırı su çekimi ve çimlerin büyümesi için kullanılacak kimyasal ilaçlar nedeniyle büyük tehdit altında olduğunu öne süren çevreciler, bir an önce bu yanlıştan dönülmesi konusunda yetkilileri uyarıyor.
Çevrecilere göre golfün, İskoçya, İngiltere, Kuzey Amerika, Japonya gibi ülkelerde yaygınlaşmasının sebebi düzenli ve bol yağışlar. Ama örneğin Antalya, yılın 8 ayı yağış almayan bir bölge. Bir ülkede çevre dostu olan bu spor, farklı iklim kuşağındaki başka bir ülkede doğal kaynaklar için tehdide dönüşebiliyor. Golfçüler bu iddialara, “Golfün sadece yağışlı ülkelerde yaygınlaştığı yanlış bir kanı. Bugün çöl ülkesi olan Dubai bir golf cennetine dönüşüyor. Sanki bunları ormanlık arazide mi inşa ediyor? Golf sahası dediğiniz şeyi isterseniz çöle yaparsınız, isterseniz bataklığa ” sözleriyle yanıt veriyor.
Golf lobisi ve çevrecilerin karşı karşıya geldiği bir başka konu da golf sahaları yapılırken kesilen ağaçlar. Çevreciler, yalnız golf için 500 bin ağacın kesileceğini öne sürerken, golfçüler kesilen ağaçların yüzde 80’inin ömrünü tamamlamış olduğunu, bugüne kadar kesilen ağaç sayısının da sadece 75 bin olduğunu ve yerlerine 80 binin üzerinde vasıflı fidan diktiklerini iddia ediyor.
Bu tartışmaların perde arkasında, yani kamuoyuna yansımayan kısımlarında başka iddialar da söz konusu. Golfçüler, golf turizminde bugün lider olan ülkelerin Türkiye’deki bu hareketlilik karşısında tedirgin olduğu, dolayısıyla bu yeni projelerin hayata geçmemesi için birtakım planlar yaptığını öne sürüyor. Çevreciler ‘Doğa katliamı yapmayın’ derken, golfçüler de onlara ‘Rakiplerimizin emellerine alet olmayın’ mesajı veriyor.
Peki bu kadar hassas bir konu üzerinde devam eden tartışmalar kamuoyunda yankı uyandırırken Türkiye’nin turizm politikalarından sorumlu yetkililerimiz, tahsis duyuruları dışında ne yapıyor? Bakanlığımızın, 2.5 milyar dolar gibi bir turizm geliri vadeden bu turizm çeşidine ilişkin turizm profesyonellerinin, akademisyenlerin ve çevre örgütü temsilcilerinin yer aldığı bir komisyon kurup, bilimsel bir çalışma sonucunda golf turizminin artıları ve eksilerini içeren bir rapor hazırlatarak, konuya açıklık getirmesi, ülke kaynaklarının sürdürülebilirliği ve demokratik yönetim açısından bir gereklilik değil midir?
Antalya’nın Girişindeki Görüntü Kirliliği Dikkatinizi Çekti mi?
Antalya Büyükşehir Belediyesi, Türkiye’ye gelen turistlerin yüzde 40’ını ağırlayan böylesine büyük bir kentin altyapı sorunlarını çözme yolunda başarılı çalışmalara imza atıyor. Elbette kentin hızlı gelişiminin getirdiği temel sorunlarla savaşmak kolay değil. Özellikle her geçen gün artan plansız ve programsız turizm yatırımları, bir sorun çözülürken diğerinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Turist rehberleri olarak yerel yönetimin ve turizmcilerin bu sorunları çözme yolunda gayretlerini sevinerek izliyoruz.
“3T” olarak adlandırılan, turizm, ticaret ve tarım üzerine yoğunlaşan Antalya ekonomisinin gelişmişliğini kentin girişindeki reklam panolarının sayısından anlamak mümkün. Antalya’ya 20-30 km kala başlayan ve rastgele yerleştirilmiş reklam panoları ne yazık ki bir yandan bu gelişmişliği sergilerken bir yandan da çirkin bir görüntü arz ediyor. Belli bir standart ve estetik gözetilmeden yerleştirilen bu tabelalar yoldan geçenlerin adeta başını döndürüyor. Firmaların birbiriyle reklam yarışına girdiği tabelalar o kadar çok sayıda ve öyle büyük boyutlarda yapılmış ki, sürücülerin dikkatinin dağılmaması mümkün değil.
Böylesine kaos ortamında yapılan reklamın hedef kitleye ulaşıp ulaşmadığı da ayrı bir tartışma konusu. Çünkü, tur otobüsüyle kente girerken çoğu zaman penceresinden izlediği bu panolar yüzünden başı dönen yabancı turistlerden şaşkınlık dolu eleştiriler alıyoruz. Bu kadar çok ve düzensiz yerleştirilmiş panonun ne amaçla yol kenarına dizildiğini soran turistlere, rehberleri olarak ikna edici bir yanıt vermekte zorlanıyoruz.
Levhaların yerleştirilmesi konusu Belediye sınırları içinde, ilgili Belediye Başkanlığının iznine bağlı. Bakın, ‘Karayolu Trafik Güvenliğinin Sağlanması Yönünden Karayolu Dışında, Kenarında veya Üzerindeki Diğer Levhalar, Işıklar ve İşaretlemeler Hakkında Yönetmelik’ ne diyor: “Levhaların yanıp – sönen ışıklarla imal edilmesi, kırmızı, sarı ve yeşil ışıklarla veya bu renkteki ışık yansıtıcı cisimlerle tertiplenmesi yasaktır. Levhanın ölçekli projesi ve seçilen renkleri, görevli kuruluşun ilgili birimi tarafından onaylandıktan sonra, bu birim tarafından gösterilecek yer ve şekilde tesis edilir.”
Buradan anlaşılacağı üzere, bu reklam panolarının tasarımı firmaların keyiflerine göre gerçekleştirecekleri bir iş değil, belediyelerin ilgili birimlerinin kurallara uyulup uyulmadığını kontrolü sonunda onay alınabiliyor. Ancak yönetmeliğin ne dediğini bir yana bırakalım, dileğimiz, yetkililerce kentlerimizin giriş çıkışlarında yol kenarına yerleştirilen bu levhaların yarattığı görüntü kirliliğinin acilen ortadan kaldırılıp kuralsız, çevreye, insan sağlığı ve güvenliğine duyarsız, gelişmemiş bir ülke görüntüsünden bir an önce kurtulmamız.
TURİZMDE SAĞLIK VE GÜVENLİK
Turizm, Kapkaç ve İşportacılık
Büyük kentlerde sürekli artan kapkaç ve gasp olayları, yaz aylarıyla birlikte sahil kentlerindeki turistik beldelere de kayarak turizmi olumsuz etkiliyor. Her geçen gün yenileri eklenen kapkaç olaylarında mağdur olan turistler, ülkelerine dönerken bu acı ve tatsız anıları da beraberinde götürüyor.
Turlarımız sırasında kapkaç ve gasp gibi olayları 10-20 yıl önce de yaşıyorduk ancak o zamanlar bunların sayısı 1-2’yi geçmiyordu. Önceki yıllarda gezdirdiğimiz turistlerin kentte rahat dolaşıp dolaşamayacakları konusundaki sorularına, “Çıkın, istediğiniz gibi gezin. Hiçbir sorun yok, herşey oldukça güvenli” yanıtını verebiliyorduk, ama şimdi durum farklı. Artık turistlerimize yapmak zorunda kaldığımız uyarılar daha havaalanında başlıyor. En acı olan ise, Türkiye turumuzun neredeyse her durağında bu uyarıyı tekrarlamak zorunda kalıyor olmamız. Her geçen gün yeni kapkaç ve gasp yöntemlerine tanık oluyoruz, örneğin Topkapı Sarayı’nda yabancı yankesiciler türedi. Güvenlik görevlileri, turist görünümlü bu insanları turistlerden ayırdedemedikleri için yakalamakta zorlanıyor.
Peki işportacılıkta durum nedir? Aslında çok farklı değil. Bundan 25 yıl önce de turistik bölgelerde varlıklarını sürdüren işportacılarda ne yazık ki hiç gelişme kaydedilemedi. Sultanahmet Meydanı’na bir otobüs turist indiğinde neler olduğunu, işportacıların arılar gibi turistlerin başına nasıl üşüştüklerini, herhangi bir güvenlik görevlisi yaklaştığında ise birbirleriyle geliştirdikleri haberleşme sistemleri sayesinde nasıl kaçıştıklarını görmek istemezsiniz. Bir başka örnek ise Perge’den. Gerek antik kentin girişinde gerekse içinde, yerlere açtıkları sergilerle o yöre ile hiç ilgisi olmayan ürünleri olur olmaz yöntemlerle satmaya çalışan işportacılara ne demeli? Uygun çalışma koşullarıyla, çağdaş teknolojiler kullanarak yörenin mimarisine uygun standlar kurularak satıcıların uygar koşullarda ürün sunmalarını sağlamak çok mu zor? Göreme Açıkhava Müzesi’nin otoparkında açılan dükkanlar fena bir örnek sayılmaz. Emeği geçenleri kutlamak gerek.
Turistlere ülkemizin tarihi, kültürel, doğal güzelliklerinin yanı sıra insani değerlerimizi de en iyi biçimde tanıtmak için çalışmaktayız. Grubumuzdan bir konuğun herhangi bir eşyası çalındığında veya satıcılardan kötü muamele gördüğünde gerçekten çok üzülüyoruz ve ulusumuz adına kendimizi sorumlu hissediyoruz. Ülkemizde turizmin canlandığı son 25 yıldır işportacılarla ilgili sorunlar bir türlü çözülemedi. Bu da yetmiyormuş gibi her turda hepimizin başına en az bir kez gelen kapkaç olayları eklendi. İşportacılar sorununu bunca yıldır çözemeyen yetkililer, bundan çok daha vahim olan kapkaç sorununu çözmek için artık bir an önce harekete geçmeli. Seyahat kavramı güvenlikle özdeşleşen bir kavram, hiçbir turist kendisini güvende hissetmeyeceği bir ülkeye gitmez. Ülkemiz turizminin hızlı bir gelişme gösterdiği bugünlerde bu sorunu çözmezsek bizi çok daha acı olaylar bekleyebilir.
Turistlerin Can Güvenliği
Turistik bölgelerde, özellikle müze ve örenyerlerinde sağlık ve güvenlik önlemlerinin yetersizliği zaman zaman üzücü olaylar yaşanmasına neden oluyor. Aspendos Antik Tiyatrosu’nda rehber meslektaşlarımızın tanık olduğu bir olay da bu üzücü olaylardan yalnızca biri. Tarihi mekanda gezerken merdivenden ayağı kayarak düşen ve kafasını sert zemine çarparak bayılan 57 yaşındaki Fransız turistin yaşadıkları gazetelerde de yayınlandı. Olay yerinde bulunan ve duruma hemen müdahale eden rehberler, 112 Acil Çağrı Merkezi’ni arayarak ambulans istemiş, ancak ambulans bir türlü gelmemişti. Yaklaşık 45 dakika bekleyen yaralı turistin durumunun kötüleşmesinden korkan tur grubundaki diğer turistler de haklı tepkilerini yüksek sesle dile getirmişler. Ambulansın bu kadar uzun süre gelmemesi üzerine rehberler ve turistler el ele vererek yaralıyı özel bir hastaneye götürerek olayın daha üzücü boyutlara ulaşmasına engel olmuşlardı.
Aspendos Örenyeri Müdürü, yaptığı açıklamada; sağlık ekiplerinin sadece tarihi mekanda düzenlenen konser ve gösterilerde bulundurulduğunu, bunun dışında tasarruf tedbirleri nedeniyle sağlık ekibi ve araç bulundurulmadığını söylemişti. Yılda yaklaşık 600 bin turistin ziyaret ettiği böyle tarihi bir mekanda öncelikli olarak ziyaretçilerin can güvenliğinin düşünülmesi gerekmez mi? Oraya ambulans gönderilmesinden sorumlu olan kurum veya kurumlar, ziyaretçi yoğunluğu bu kadar yüksek olan bir yere ambulansın ulaşamaması ile ilgili nasıl bir açıklama yapmak isterler?
Buna benzer bir olay benim de başıma geldi. ABD’li grubumla ziyaret ettiğimiz Bergama-Akropol Örenyeri’nde, Athena kutsal alanında, tiyatroya yakın bir yerde, üzeri kapatılmamış, etrafı korunaklı olmayan çukura bir Bulgar kadın turistin düştüğüne, grubumda bulunan turistlerle birlikte şahit olduk. Vakit kaybetmeden müze görevlilerini uyardım, ancak kaza yerine ambulansın gelmesi yaklaşık 45 dakika sürdü. Çukur derin olduğundan ve inemediğimizden ne yazık ki bu süre içinde düştüğü yerde kurtarılmayı bekleyen turiste müdahale etme şansımız da olamadı.
Bu olayı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bir yazı yazarak bildirmiş, yetkilileri yalnızca Bergama’da değil, tüm müze ve örenyerlerinde gerekli emniyet tedbirlerinin alınması, bu türden kazalara yol açabilecek yerlerin tespit edilerek acilen önlem alınması, tüm müze ve örenyerlerinde can güvenliğinin sağlanması için çalışmalar yapılması konusunda uyarmıştık. Turlar sırasında yaşanan bu tür olayların çok önemli olan insani boyutunun yanında, turistlerin önünde cereyan eden acı bir olay olması ve dış basında da yer alması ihtimali, onarılması güç yaralara neden olacaktır. Ülkemize gelen turistler eşsiz doğal güzelliklerimizden, zengin tarih ve kültür mirasımızdan ne kadar etkilenirse etkilensin, bu topraklarda yaşadıkları sağlık veya basit güvenlik sorunları tüm bu olumlu izlenimleri arka plana itecektir. Ülkemizde Aspendos’ta olduğu gibi başına talihsiz bir olay gelen bir turistin, ülkesine döndüğünde bu acı hatırasını basında diğer vatandaşlarıyla paylaştığını düşünün!
Turizmde güvenlik ve sağlıkla ilgili konularda herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli, konuyla ilgili önlemler yalnızca turistik tesislerde alınmakla kalmamalı, ziyaretçi trafiğinin olduğu her yerde tüm önlemler acilen alınmalıdır.
Turist Sağlığına Dikkat!
Ülkemize gelen turistler, çoğu zaman umduklarından farklı bir Türkiye ile karşılaşıyorlar. Cadde ve sokaklarımızın temizliği veya yemek yedikleri tesislerdeki ortam genellikle onları olumlu yönde etkiliyor. Otellerimizdeki altyapı ve hizmet kalitesi dünya sıralamasında üst düzeylerde olduğundan bu nedenle de turistlerden bol övgü almaktayız.
Bütün bu olumlu izlenimlere rağmen turlarımız her zaman sorunsuz sona ermiyor ne yazık ki. Zaman zaman yeme-içme ile ilgili sağlık sorunları yaşanabiliyor.
Turistler ülkemizde alıştıklarından farklı olarak değişik lezzetler tadıyorlar. Çoğunlukla beğendikleri bu yemekleri tüketirken bazen aşırıya kaçabiliyorlar. Alışık olmadıkları çeşitli yemekleri aynı anda tatmaya çalışan turistler arasında hastalananlar olabiliyor. En yaygın hastalık; ishal. Yaşanan ishal vakalarında hastalık bir-iki gün içinde bol sıvı tüketimi ve doğru tedaviyle hemen atlatılabiliyor. Ancak ishal nedeniyle kaybettiği sıvıyı almayan ve yiyip içtiklerine dikkat etmeyen turistler arasında durumu ağırlaşanlar olabiliyor; böyle durumlarda uzman kişilerden yardım alıyor veya hastanelere gidiyoruz.
Ayrıca yiyecek içeceklerin hazırlanışında temizlik kurallarına yeterince uyulmaması nedeniyle de birden çok kişide hastalanma belirtileri görülebiliyor. Tabii bu hastalıklar ortak kullanım alanındaki hijyenik koşullarla ilgili de olabilir. Kısacası dikkat edilmediğinde ciddi bir sorunla karşı karşıya kalabiliyoruz.
Oysa turistlerin en önemli sorunlarının başında sağlık problemleri gelir. Ülkemizden hasta ayrılan bir turist, Türkiye’ye seyahat etmek isteyen vatandaşları için kötü örnek oluşturacaktır.
Yukarıda vurguladığımız nedenlerle, turizmde sağlıkla ilgili konularda çok daha hassas olmalıyız.
Turizmde Sosyal Güvenlik
Ekonomist Mustafa Sönmez’in yaptığı araştırmaya göre 2008’in ilk 4 ayı itibariyle, en istihdam dostu sektör turizm. Bu yılın ilk 4 ayı için 59 turizm projesinde 715 milyon YTL’lik yatırım ve yaklaşık 7 bin kişilik istihdam öngörüldü.
Turizmde istihdam konusundaki bu aydınlık tablo ne yazık ki çalışanların sosyal güvencesi söz konusu olunca kararıyor. Yılın birkaç ayına sıkışmış çalışma sezonunda dur durak bilmeden, çoğu zaman tatil bile yapmadan çalışmak zorunda bırakılan turizm emekçilerinin hiç de küçümsenmeyecek bir bölümünün ne sigortası, ne de başka bir sosyal hakkı var. Oysa tüm çalışanların sosyal güvenlik hakkından yararlandırılması hem yasal bir zorunluluk, hem de toplumumuzun ve ekonomimizin sağlıklı gelişimi için vazgeçilemez bir sorumluluk. Bunun en büyük nedeni turizmin tüm yıla yayılamamış olması.
Turizm sektörünün geneline yayılan bu sosyal güvenlik eksikliği biz turist rehberlerinin de en büyük sorunlarından. Bir meslek yasasına sahip olmayan rehberlerin de çoğunluğu sosyal güvenceden yoksun çalışmakta, sağlık ve emeklilik sigortasının yasal, doğal faydalanıcıları olamamaktalar. Turlarını yaptığımız seyahat acentelerinin bizi çalıştırdıkları her gün için sigorta primlerimizi ödemesi gerek. Ancak, sürekliliği olmaması ve pratikteki zorluklar nedeniyle bu yapılamıyor.
Emekli Sandığı, SSK ve Bağkur’u aynı kurum altında birleştiren yeni Sosyal Güvenlik Yasası kapsamında rehberlerin koşullarını da belirleyen bazı yeni maddeler söz konusu. 1 Ekim 2008 tarihi itibariyle yürürlüğe girecek bu maddelere göre, herhangi bir seyahat acentesinde bordrolu olarak çalışmayan rehberler, ancak esnaf sicil kaydı yaptırır ve esnaf sicil kaydı ile birlikte turist rehberi esnaf odası üyesi olurlarsa, esnaf sicil kaydı tarihinden itibaren sigortalı sayılacaklar ve kendilerine prim borcu çıkarılacak. Bunun da 5 yıl zaman aşımı süresi olacak. Yani esnaf sicil kaydı tarihinden itibaren, 5 yıl içerisinde rehberler prim borçlarını ödedikleri takdirde, sigortalı (Bağkurlu) olacaklar. Ancak haklı veya haksız, herhangi bir nedenle sigortalı olmak istemeyen rehberler, herhangi bir başvuruda bulunmaz veya bu primleri ödemezlerse, sigortalı sayılmayacak ve daha önceden tahakkuk etmiş olan prim borçları konusunda icra yoluna gidilmeyecek. Bu hak da zaman aşımına uğrayacak.
Bu yeni düzenlemeler nedeniyle ister istemez birçok meslektaşımızın kafası karışıyor. Çünkü hiçbir meslek kuruluşuna üye olmayan rehberlerin yanı sıra, bölgesindeki Rehber Derneklerine üye olan pek çok meslektaşımız da var. Meslek odaları rehberlerin mağdur olmaması, sosyal güvenlik haklarının tek kalemde toplanması için yetkili makamlar nezdinde girişimlerini sürdürüyorlar. Ancak turist rehberlerinin de diğer turizm emekçileri gibi dolambaçlı yollara girmek zorunda kalmadan sosyal güvenceye kavuşmasının en açık ve kolay yolu Rehberlik Meslek Yasasının çıkartılmasıdır.
Turistleri en çok ne etkiliyor?
Türkiye, yepyeni turistik tesisleri ve yüksek hizmet kalitesiyle turizmde dünyada söz sahibi ülkeler arasında yer alıyor. Doğal güzellikleri, pırıl pırıl plajları ve zengin tarih ve kültür mirası ile ülkemiz, eşi bulunmaz bir tatil cenneti. Özellikle geleneksel yapımıza bağlı olarak ön plana çıkan misafirperverliğimiz turizmde bizim en önemli kozumuz. Ancak zaman zaman bu avantajımız dezavantaja dönüşebiliyor.
Turizm, acenteciden otelciye, rehberden esnafa, sokaktaki satıcıdan taksiciye, garsonlardan müze görevlilerine kadar hizmetler zincirinin oluşturduğu büyük bir sektör. Bu hizmetler zincirinde yapılan yanlışlar, en küçük halkada bile olsa tüm zinciri etkileyebiliyor.
Ülkemize gelen turisti ne kadar iyi bir otelde konaklatırsak konaklatalım, ne kadar üst düzey hizmet verirsek verelim, o turistin sokaklarımızda yaşayacağı en küçük bir olumsuzluk tüm tatilini etkileyerek ülkemizden olumsuz izlenimlerle ayrılmasına neden olabiliyor. Tıpkı, bu hafta başında tüm ulusal gazetelere yansıyan ‘taksici’ haberinde olduğu gibi. İstanbul’da tatil yapıp ülkesine döndükten sonra izlenimini İngiliz The Times gazetesinde dile getiren köşe yazarı Preston, “Bir daha asla Türkiye’ye gitmeyeceğim.” diyor. Bunu söylemesinin nedeni de kentte tur yaptığı sırada taksicilerle yaşadığı olumsuz deneyimler. The Times gazetesi yazarı Preston şöyle diyor; “İstanbul harika bir şehir ama İstanbul gezimiz ahlaksız taksi şoförleri tarafından yerle bir edildi.”
Yurtdışında tatile çıkan turistler, gittikleri ülkelerde yerel halkı çok fazla tanıma şansı yakalayamıyor ne yazık ki. Örneğin, ülkemize gelen bir turistin havaalanına indiği andan itibaren tatili süresince tanıştığı yerel halk, başta onu karşılayan profesyonel turist rehberi olmak üzere, resepsiyon görevlileri, garsonlar ve taksicilerle sınırlı kalıyor. Bu kişilerin kendisine davranış biçimi, onlarla ettiği sohbetler Türkiye hakkındaki izlenimini önemli ölçüde etkiliyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz İngiliz yazar örneğinde görüldüğü gibi turistlerin bir taksici ile yaşadığı olumsuz olaylar tüm ülkeye dair görüşlerini karalayabiliyor. İşte o zaman bizim o mükemmel ‘Türk misafirperverliğimiz’, lüks otellerimiz, o taksicinin gölgesinde kalabiliyor.
Yukarıdaki olumsuz örneğin yanında, yine bu hafta yaşanan ve bize umut veren başka bir taksi sürücüsü haberi daha var. Dalyan’da turisti rahatsız ettiği iddia edilen taksi sürücüsüne çalıştığı birlik tarafından 30 gün süreyle taksi kullanmama cezası verilmiş. Bu, bir daha bu tür suçlar işlenmemesi için caydırıcı olabilecek bir ceza. Görüldüğü gibi, zaten var olan yasal düzenlemeler uygulanarak bazı suçların önüne geçmek mümkün aslında. Bu nedenle turizm icra ederken sektörün tüm halkalarının sağlam olması için hem ulusal hem de yerel yöneticilere çok önemli görevler düşüyor. Halkımızda turizm bilincinin yükseltilmesi için yapılan olumlu çalışmaların hayata yansımasını iyi izlemek, caydırıcı önlemleri almak gerekiyor.
Profesyonel turist rehberleri olarak biz, ülkemize gelen turistlerle en çok vakit geçiren kişileriz. Yani biz bu zincirin en önemli halkalarının başındayız. Bu nedenle turistlere en iyi hizmeti verebilmek için meslek birliği olarak hizmet standardımızın yükseltilmesi, çalışma koşullarımızın iyileştirilmesi ve yasal bir zemine oturtulması yönünde çalışıyoruz; kaçak rehberlik hizmetinin önlenmesi için denetimlere etkin olarak katılıyoruz.
TURİZMDE OTANTİKLİK
Otantik Değerler ve Gerçeğe Uygun Sunum
İstanbul Talimhane otelleri bir kampanya başlattı. Türk geleneklerini turistlere tanıtmak amacıyla hayata geçirilen kampanya kapsamında, bölgedeki otellerde kalan konuklara geleneksel Türk kahvesi sunuluyor, çaylar ince belli bardaklarda ikram ediliyor, geldiklerinde konukların yakalarına birer nazar boncuğu takılarak kültürümüzdeki anlamı anlatılıyor. Ayrıca, konukların odalarında başuçlarına çikolata yerine lokum konuyor, otelden ayrılan turist otobüslerinin ardından Türk adetlerine uygun olarak “su gibi yolunuz açık olsun” anlamında kovayla su dökülüyor. Turist Rehberleri Birliği’nin de destek verdiği bu kampanyayı başlatan otellerin amacı, turistlerin aklında geleneksel Türk kültüründen küçük birer anı bırakmak. Benzer uygulamaların diğer bölgelerde de gelişmesini diliyoruz.
Çoğumuzun bildiği gibi, günümüzde seyahat edenler artık gittikleri ülkede basmakalıp olanla yetinmiyorlar. Günlük yaşamı, özgün kültürel yapıyı tanımaya, anlamaya, ülke insanıyla iletişim kurmaya çalışıyorlar. Ziyaret ettikleri ülkenin otantik değerlerine ilgi duyuyorlar. Gidecekleri ülkelerle ilgili temel bilgiler edinirken özellikle tanışacağı yeni kültürün otantik değerlerini öğrenmeye çalışıyorlar. Dünya Turizm Örgütü, otantik olmayı turizm kalitesi belirleyenlerinden biri olarak değerlendirirken Avrupa Birliği’nin turizmle ilgili olarak düzenlediği konferanslarda, hazırladığı raporlarda da yine otantik olmanın turizmdeki önemi, gerçeğe uygun sunumunun gerekliliği vurgulanıyor.
Turizm açısından bakıldığında küresel bir dünyada sıradanlaşmadan korunmanın bir yolu da, özgün kültürel öğeleri bulup yakalamak ve onları doğru bir sunumla öne çıkarmaktır. Turistlerin gittikleri ülkelerde farklı kültürleri, farklı yaşam biçimlerini keşfetmek istediklerinin, ülkeyle kolayca özdeşlik kurmalarını sağlayacak ayırt edici kültürel ürünler, otantik eşyalar satın aldıklarının, hatta bununla yetinmeyip günlük yaşamlarında farklı deneyimler yaşamak için para ödediklerinin en yakın tanıkları biz rehberleriz.
Gözlemlerimizden yola çıkarak, dünya turizminde son yıllarda otantik olana duyulan bu yoğun ilgi, bizi sahip olduğumuz değerleri gerçeğe en uygun biçimiyle sunmak konusunda daha hassas davranmaya yöneltmelidir diyoruz. Küresel bir dünyada turizmin ‘bozucu’ bir etkisi olmasa da geleneklerin olduğu gibi korunabilmesi oldukça güç. Otantik değerlerden yararlanıp bir çekim merkezi yaratmak, otantik motifleri turist beklentisine uygun hale getirmek pekala mümkün. Ancak bunu yaparken, içerik ve biçim kalitesiyle estetik açıdan gerçeğe uygun sunumu yakalamaya dikkat etmemiz gerekir. Bu değerleri günlük yaşamın bir parçası olarak, doğallığında sunduğumuz taktirde, konuklarımız kendilerini ‘öteki’ gibi hissetmeyecek, böylece bizi günlük yaşamımız içinde gerçekten olduğumuz gibi, ‘biz’ gibi tanıyıp anımsayabileceklerdir.
Sürdürülebilir turizm yani tüketmeden icra edilebilir turizm anlayışının en temel ilkelerinden birinin kültürel değerlerimizin korunması olduğunu unutmayalım.
Nasıl Bir Türk Gecesi?
Kültürel, otantik öğelerin doğru bir şekilde kullanımı sadece kültür turizmi açısından değil, kitle turizmi açısından da oldukça önemli. Dinlenmek amacıyla ülkemize gelen turistler, aynı zamanda ülkemizin kültürel, yerel zenginlikleri konusunda da bilgi sahibi olmak istiyor. Konaklama tesislerindeki animasyon etkinlikleri bu bilgilerin sunumu için uygun bir araç olarak görülebilir.
Ülkemizde özellikle son yıllarda çok satan herşey dahil tatil paketleri kapsamındaki animasyon faaliyetleri, neredeyse tüm gününü otel sınırları içinde geçiren turistlere, sınırlı ölçülerde de olsa, kültürümüzü tanıtmak için önemli bir fırsat. Ne yazık ki bugün birçok konaklama tesisinde ‘Türk Gecesi’ adı altında düzenlenen etkinliklerde özensiz ve etkinlikleri eğlenceli kılma adına otantik öğeleri deforme eden gösteriler sunuluyor. Bunlar çoğunlukla, batılı turistlerin zihnine yerleşmiş oryantalist imaja uygun, gerçekte ise ülkemizin ve o yörenin yerel kültürünü ne kadar temsil ettiği tartışmalı olan Osmanlı saray eğlenceleri, yöresi belli olmayan halk oyunları veya göbek dansı içerikli gösterilerden ibaret.
Türk kültürünü turistlere tanıtmayı amaçlayan bu gecelerde komik olduğu kadar üzücü gösterilere rastlamak da mümkün. Üç dört kişilik bir ekiple halay çeken bir animasyon ekibinin, peş peşe Kafkas, Azeri, Ege yöresi halk oyunlarını kötü bir biçimde taklit ettiğini görebilir, o ekibin hemen ertesi gece yine aynı otelde başka bir animasyon faaliyetine soyunduğuna tanık olabilirsiniz. ‘Türk Gecesi’nde rol alan animasyon elemanlarının veya dansözlerin çoğunun Türk bile olmadığına bizzat tanık olmuş bir rehber olarak, gördüğüm yanlışları saymayla bitiremem.
Bazı otellerde düzenlenen ‘Türk Geceleri’nde çevre esnafın otele davet edilerek stand açmalarına izin verilmesi yöre halkının turizmden yararlanması adına çok yararlı bir uygulama. Bu faaliyette de katılacak firmaların gerçekten otantik ve ülkeye özgü ürünler satma konusunda özenli olmaları gerekiyor. Newspaper Columns by Serif Yenen
Bugün turizmde animasyon işiyle uğraşan yüzlerce firma mevcut. Ancak, herşey dahil satış yapan çoğu otel, minimum maliyetle kendi bünyesinde, çoğunlukla yabancı uyruklu gruplardan oluşan animasyon ekipleri kullanıyor. Turistlere hoşça vakit geçirmek için, vasıfsız kişilere ucuz kostüm ve dekorlarla gösteri yaptıran tesislerin bu faaliyetleri, Türkiye imajının zedelenmesine de neden oluyor. Bunun önüne geçebilmek için yapılması gerekenleri kısaca dört başlıkta toplayabiliriz:
(1) Animasyon hizmetlerini iyi biçimde organize eden ve pazarlayan kuruluşlar teşvik edilmeli, desteklenmeli ve otokontrol mekanizması oluşturmak üzere bir üst örgütün çatısı altında toplanmalı. Bu kuruluşlar bilgi alışverişi için resmi kuruluşlar, üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği içinde olmalıdır.
(2) Konaklama işletmelerine ilgili kurumlar aracılığıyla bu konuda yeterli bilgi aktarılmalı ve Bakanlık ya da meslek birlikleri tarafından denetlenmeleri sağlanmalı. En iyi animasyon düzenleyen tesisler ödüllendirilmelidir.
(3) Animatörlüğün geçici bir iş olarak görülmemesi, ciddiye alınması için çalışma koşulları düzeltilmeli, sigorta ve diğer sosyal haklardan yararlanmaları sağlanmalıdır.
(4) Amaç yalnız eğlendirmek olmamalı, bunun yanı sıra kültürel etkinlikler aracılığıyla ülkemizin doğru tanıtımı da yapılmalıdır. Örneğin, ülkemiz ile ilgili belgeseller, uluslararası ödüller almış filmler, ülkemiz müzisyenlerinin konser DVD’leri gösterilebilir.
Belek’in Çirkin Su Kemerleri
Özgün çam ormanları, pırıl pırıl denizi, son yıllarda birbiri arkasına açılan birinci sınıf tatil köyleri ve golf sahalarıyla adından söz ettiren Belek, turizmde örnek projelere imza atmaya devam ediyor. Belek’teki kongre salonlarına, sağlık ve fitness merkezlerine, tenis sahalarına ve yeni golf yatırımlarına her yıl bir yenisi eklenirken, bölgedeki turizmciler de örnek bir dayanışma sergilemekte. Turizmcilerin hem Belek’in hem de Türkiye’nin tanıtımı için gösterdikleri çaba takdire değer.
Belek, sadece günümüz turistleri için değil, aynı zamanda gelecek bin yılın turistleri için de projeler üretme konusunda çok başarılı. Ancak, bir proje var ki böyle güzel bir beldeye hiç yakışmıyor: Belek Belediyesi’nin kent merkezinde yol boyunca inşa ettiği, antik görünümlü, plastik türü bir malzemeden yapılmış su kemerleri. Türkiye, antik eserden yoksun bir ülke olsa bu ‘yapaylığı’ anlamak belki mümkün olabilirdi. Ülkemizin pek çok yöresi zengin tarihi-kültürel mirasıyla bir kültür turizmi merkezi olabilecek niteliklere sahipken bu yapaylık niye?
Belek Belediyesi internet sayfasında bu projeyi yapma amacını anlatırken şu ifadeleri kullanmış, “Kent merkezine turistik hüviyet kazandırmak, bölge cazibesini artırmak, eğlence ve dinlence alanı olarak kullanmak”… Bu sözlerden belediyenin son derece doğru bir amaçla yola çıktığını anlıyoruz, ancak ortaya konan proje ne yazık ki turistik cazibe kazandırma özelliğinden çok uzak. Çünkü günümüzün turist profili, gittiği ülkelerde farklı kültürleri, farklı yaşam biçimlerini keşfetmek isteyen, o ülkeye özgü, ayırt edici kültürel ürünler ve otantik eşyalar görmek isteyen özellikte; yani turistler ‘yapay’ güzellikler görmek için seyahate çıkmıyor. Kent merkezine böyle yapay şelaleler veya antik su kemerleri yapmak yerine çevreye uyumlu yeşil alanlar, hatta temalı parklar gibi projeler yapılması çok daha uygun olacaktır.
Türkiye doğal, tarihsel ve kültürel koşulları göz önüne alındığında, çeşitli alanlarda turizm geliri elde edilebilecek bir yapıya ve zenginliğe sahip. Raftingten dağcılığa, sualtı sporlarından tarihi ve kültürel mirasımıza, burada tek tek saymaya gerek görmediğimiz pek çok konuda var olan olanaklardan yararlanarak turizmde çeşitlilik sağlamak çok kolay. Bunların yanısıra turistlerin ziyaret ettikleri bölgelerde daha fazla vakit geçirmesini sağlayacak çekim merkezlerinin de oluşturulması gerekiyor. Temalı parklar, eğlence-dinlence merkezleri, kültür ve sanat faaliyetleri, açık-kapalı sergiler vb. projeler ve etkinlikler turistlerin tesislerimizdeki geceleme sayısını artırırken ülkemize daha fazla döviz bırakmalarını da sağlayacaktır.
MÜZE VE ÖREN YERLERİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLER
Müzelere ‘Rezervasyon Sistemi’ Şart
Müze ve ören yerleri, hiç kuşkusuz tarihi ve kültürel birikimin insanlara aktarılmasında en etkili yerlerdir. Bu yerlerin kullanıma veya ziyaret açılması bu değerleri dünyayla paylaşmak adına gereklidir. Ancak müze ve ören yerlerini her gün onbinlerce yerli-yabancı turistin ziyaretine açarken bazı kriterlerden ödün verilmemesi esastır. Bizce, bir kültürel varlık gerekli koruma önlemleri alınıp bakımı yapıldığı sürece, ‘kontrollü’ olarak ziyarete açılabilir veya içeriği ‘aykırı’ olmayan etkinlikler için kullanılabilir.
Bu konuda gerekli duyarlılık gösteriliyor mu? Bir örnek olarak Aspendos Tiyatrosu’nu ele alalım. Tiyatro, her yaz çeşitli festivallere, gösterilere ev sahipliği yapıyor. Ancak ziyaretçi kapasitesi, bazı müzik etkinliklerindeki ses düzeyinin olumsuz etkileri gibi konular gözönüne alınmıyor, antik tiyatro zarar görüyor. Eşsiz tarihi atmosferde unutulmaz sanat etkinliklerinin gerçekleştirilmesine karşı değiliz ama koruma kaygıları dikkate alınmadan izin verilen bu faaliyetler sonucu oluşacak tahribattan geri dönülemeyeceğinin bilinci ile üzülmekten kendimizi alamıyoruz.
Kültür mirasımızın zarar görmemesi için öncelikle yapılması gerekenler arasında, koruma önlemlerinin alınması, zarar görmeyecek biçimde sınırlı ziyaretçi sayısı ile ziyarete açılması, ziyaretçilerin hangi rotayı izleyecekleri, ne kadar süre kalacakları, rehberli gezme zorunluluğunun gerekip gerekmediğinin saptanması, ziyaret esnasında uyulması gereken kurallar, ziyaretçi profili, özellikle eğitim ve öğretim sezonu sonuna yaklaşırken yüksek katılımlı ve düzensiz gerçekleşen öğrenci ziyaretlerinin sınırlandırılması gibi bir dizi duyarlılık sıralanabilir.
Bu kaygıları müze ve ören yerlerinde görevli uzmanlar da taşımakta, çalışmalar yapmaktalar ancak ne yazık ki önlemlerin yeterli olduğunu söyleyemiyoruz. Dolmabahçe Sarayı, önceleri konuyla ilgili örnek oluşturacak nitelikte güzel işleyen bir düzene sahipti ama son yıllarda ziyaretçi kapasitesinin kat kat aşılmış olmasıyla bu düzen yerini bir karmaşaya bıraktı. Oysa Dolmabahçe’nin günlük ziyaretçi kapasitesi sınırlıydı ve bu nedenle bir rezervasyon sistemi vardı. Ön rezervasyon yapılabilecek kapasite, günlük maksimum kapasite ve öğrenci kapasitesi gibi sınırlar saptanmıştı ve bu kurallara sıkı sıkı uyulmaktaydı.
Bir kültür varlığının iyi korunması mı yoksa daha fazla ziyaretçi tarafından görülebilmesi mi daha önemlidir? Aslında bu, tartışmaya açık olmayan bir konudur, bu yüzden, tehlike sinyalleri veren Topkapı Sarayı, Aziz Nikolaos Kilisesi, Efes ören yeri, Göreme Müzesi gibi yerlerde acilen önlem alınması gereklidir. Kurallar koyup rezervasyon sistemini başlatmak ve bu kurallardan taviz vermemek esas olmalıdır. Halkımızın da konuya anlayışla yaklaşması gerekir.
Müzelerimize Mimari Kimlik Projesi
Zengin kültür varlıklarımızın geniş kitlelere aktarılmasında en etkin kurumlar olması gereken müzelerimiz, bugünkü yapılarıyla ne yazık ki çekim merkezi olmaktan uzak kalıyor. Müzelerin ve ören yerlerinin, yalnızca tarihi eserlerin korunup sergilendiği mekânlar olarak görülmesi nedeniyle, bilgilendirme ve tanıtma işlevleri oldukça zayıf. Müzelerin hem yerli, hem yabancı turistlerin daha fazla vakit geçirebileceği ve daha kalıcı etkiler bırakacak mekanlar olmasını sağlayacak projeler geliştirilmesi gerekiyor.
Bugün pek çok müze ve ören yerinde ziyaretçiler, harabe görünümlü bilet ve bekçi kulübelerinin önünden geçmekte, derme çatma yolları kullanarak gezmekte, temiz olmayan tuvaletleri kullanmak zorunda kalmakta. Yine pek çok müze ve ören yerinde turistler için konforlu dinlenme ve alışveriş mekanları bulunmuyor. Turistlerin bu eksiklikler yüzünden konforlu otellerine bir an önce dönme isteği ile sık sık karşılaşıyoruz.
Öte yandan pek çok tarihi eser, ören yerlerindeki yetersiz müze mekanları yüzünden depolarda bekletiliyor. Bunların uygun mimaride yapılmış müze yapılarında sergilenmesi turistlerin ören yerlerinde daha fazla vakit geçirmelerini sağlayacaktır.
Ülkemizde ne yazık ki ‘müze mimarisi’ diye bir kavram gelişmedi. Bir müze, içerdiği eserlerin yanı sıra, yapısı ile de ziyaretçilerine hitap edebilmeli. Gelişmiş ülkelerde kültür ve sanatla ilgili kurum ve kuruluşlar ile bu vizyona sahip yerel ve merkezi yönetimler müze binaları ve ören yerlerinin mimari niteliğinin yüksek olması için para ve zaman harcıyorlar. Avrupa’nın pek çok kenti daha çok yerli ve yabancı turist çekmek için tematik müze binaları planlıyor ve bu müze yapılarının yarışmalar yolu ile ünlü ve yetenekli mimarlar tarafından tasarlanmasını sağlıyor. İspanya’nın küçük kasabası Bilbao, buna en güzel örnek. Ünlü mimar Frank Gehry’nin radikal tasarımı ile bir müze yapısı kazanmış olan Bilbao, bir anda Avrupa’nın en önemli turistik çekim merkezlerinden biri oldu.
Arkitera Mimarlık Merkezi’nin önerdiği “Çağdaş müze yapılarının oluşmasını sağlayacak uluslararası mimari proje yarışmaları düzenlensin” önerisini bu nedenle gönülden destekliyoruz. Arkitera Mimarlık Merkezi, bilgi birikimini ve deneyimini Turist Rehberleri Birliği (TUREB) ile paylaşarak bu konuda bir ön çalışma başlattı. Arkitera’nın aşağıdaki önerisine kulak verelim ve ülkemizin kültür varlıklarına ev sahipliği yapacak değerli mimari yapılar kazandıralım:
“Kimi müze binaları için bu yarışmalar dünyanın sayılı bir kaç mimarının katılabileceği davetli yarışmalar olabileceği gibi, kimi müze binaları ve ören yerleri için ise uluslararası ve ulusal düzeyde açık mimari proje yarışmaları düzenlenmelidir. Nitelikli ön hazırlık süreçleri, doğru jüri seçimi ve katılımı teşvik edecek miktarda ödülle, dünyanın ve Türkiye’nin pek çok ünlü mimarı Kültür ve Turizm Bakanlığı için sayısız nitelikli projeye imza atabilir. Böyle bir “Müze Mimarisi” kampanyası sadece Türkiye’de değil, tüm uluslararası camiada, gerek mimarlık ortamında gerekse basında büyük ses getirebilir. Avrupa Birliği’ne girmeye aday Türkiye için kültür mekanlarının en önemli yapıtaşlarından olan müzelerin mimarlığının bu tip çağdaş bir yöntemle elde edilmesi ise Türkiye’ye artı bir puan daha kazandıracaktır.”
İşe, dünyada birçok insan tarafından tanınan ama genellikle Yunanistan’da olduğu düşünülen Troya antik kentiyle başlanabilir. Antik kentin yanına insanların düşlerindekiyle uyumlu bir mimariye sahip Troya Müzesi’nin kurulmasının yaratacağı etkiyi düşünebiliyor musunuz?
Müze Tanıtım Broşürleri ve Bilgilendirme Tabelaları
Zengin tarih ve kültür birikimine sahip ülkemizde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı 95 müze müdürlüğü ve bu müdürlüklere bağlı 92 birim ve 141 örenyeri bulunmaktadır. Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nden alınan verilere göre Antalya genelinde bulunan müze ve örenyerleri 2007 yılının 11 aylık döneminde devlet kasasına 5 milyon YTL’nin üzerinde gelir getirmiştir. Aynı dönemde Aspendos’u yaklaşık 272 bin kişi, Noel Baba Örenyeri’ni 455 bin kişi, Antalya Müzesi’ni 85 bin kişi ziyaret etmiştir. Bu rakamlar sadece il genelindeki birkaç müzeden alınan rakamlardır, yıl sonu istatistikleri toparlandığında ortalama yükselecektir. Peki bu rakamlar yeterli midir? Elbette ki hayır. Örneğin sadece Antalya Arkeoloji Müzesi, bünyesinde barındırdığı onbinlerce tarihi eserle, koleksiyonunun zenginliği ile çok daha fazla turisti hak etmektedir.
Profesyonel turist rehberleri olarak turizm sektörü içinde müzelerde en fazla vakit geçiren kesimiz; dolayısıyla sorunları birebir yaşayan da biziz. Yıllardır müze ve örenyerlerinin değişmez sorunlarından olan temizlik, havalandırma, tuvaletler, mağazalar ve kafelerle ilgili çözüm önerilerimizi ilgili birimlere iletiyoruz. Bu tip konulardaki önerilerimizin yanında müze ve örenyerlerinin daha popüler mekanlar haline dönüşmesi ve ziyaretçi sayılarının yükselmesi için de bazı önerilerimiz var.
Örneğin, Bakanlığımıza bağlı müze ve örenyerlerini ziyaret edenlerin bilgilendirilmesi amacıyla her müze veya örenyerinde tanıtım broşürü bulunması gerektiğini düşünüyoruz. Nitekim dünyaca ünlü müzelerin hemen hepsinin bir tanıtım broşürü mevcut. Bizim müzelerimizde de ziyaretçilerin işini kolaylaştıracak bu tip broşürlerin olmaması ise büyük eksiklik. Rehberlerin meslek örgütü TUREB olarak bu işi yapmaya gönüllü olduk. Birliğimiz, tüm müzelere broşür hazırlamak için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile görüşmeler başladı. İlk olarak İstanbul’da Topkapı Sarayı Müzesi için bir broşür hazırladık. Müzenin tüm bölümlerine ilişkin kısa bilgilerin de yer aldığı broşür öncelikle İngilizce basıldı ve ücretsiz dağıtılıyor. Türkçe dilinde basım hazırlıkları da sürmekte olan broşürün daha sonra Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Japonca dillerinde de hazırlanması planlanıyor. Bu broşürde müzenin planı ayrıntılı olarak veriliyor ve turistler tarafından çok beğeniliyor.
Müzelere ilişkin bir başka önerimiz de bilgilendirme tabelaları ile ilgili. Bugün birçok müzede bilgilendirme tabelalarının yetersiz olduğunu gözlemlemekteyiz. Binlerce kilometrelik yol kat ederek o müzeyi gezmeye gelen bir turistin bilinçli bir şekilde gezmesi için doğru yerlere ve net ifadelerle bilgilendirici tabelalar konması şart. Müze ve örenyerlerinin dokusunu bozmayacak, kötü hava koşullarına dayanıklı, pirinç ve benzeri malzemeden, İngilizce ve Türkçe olarak hazırlanacak bu tabelaların görüntü itibariyle tüm müze ve örenyerleri için standart olması gerekir. Aksi takdirde birbirinden bağımsız tabelalar görüntü kirliliği yaratır.
Müzeler ve örenyerleri için her iki öneri de çok fazla maliyeti olmayan, çok uzun bir zaman ve emek gerektirmeyen önerilerdir. Unutmamak gerekir ki bilinçli ve verimli bir kültür ve turizm faaliyetinin yolu müzelerin ve örenyerlerinin kolay gezilebilir olmasından geçer.
Müzelerin Özelleştirilmesi
Müzelerin işletmesinin özel sektöre devri sık sık gündeme gelen konulardan. Bakanlıkta zaman zaman bu konuda çalışmalar yapılıyor, şartnameler hazırlanıyor. Bu kapsamda Ayasofya, Topkapı Sarayı, Efes, Pamukkale, Bergama, Assos gibi tarihi ve kültürel açıdan önemli müze ve ören yerlerinin gişeleri ile çevredeki hediyelik eşya mağazaları özel kuruluşlarca işletilmesi söz konusu.
Bu özelleştirmelerde gişe ve satış reyonlarından elde edilen gelirin işletmeci şirket tarafından toplanarak yıl sonunda Bakanlığa ciro payı ve kira bedeli ödenmesi koşulu, tarihî eserlerin imitasyonunu üretip satma hakkının devri gündeme geliyor.
Ancak bazı müze ve ören yerleri -örneğin yerel müzeler- yeterli geliri elde edemiyorlar ve ciddi yatırımlara ihtiyaç duyuyorlar. Bu açıdan özel sektör için çekim merkezi değiller.
Gelir elde etmekten, kârdan söz ediyoruz, ama müze ve ören yerleri her şeyden önce binlerce yıllık tarihi ve kültürel mirasın ayakta kalmayı başarmış parçalarının toplandığı yerler. Müze ve ören yerlerinin popüler mekanlar haline dönüşmesi kendi içinde pek çok koruma sorununu da beraberinde getiriyor. Restorasyonların bile çok ayrıntılı araştırmalar sonucu uygun bir biçimde gerçekleştirilmemesi nedeniyle eserlerde kalıcı hasarlar oluştuğu uzmanlarca sürekli gündeme getiriliyor. Koruma ve kullanıma açılmanın yararları arasında bile bu kadar ince bir çizgi söz konusu iken, müze ve ören yerlerinin kâr amacıyla işletilmeye başlanması kritik riskler de içeriyor.
Müze ve ören yerlerini gelecek nesillere aktarabilmek asıl görevimizken, yetkileri elinde tutan Bakanlığımız kâr amacı gütmediği halde buralarda bir kontenjan sistemi geliştiremedi. Şimdi özel sektör ticari işletme mantığıyla doğal olarak bu kaygıdan sapar ve müzeleri ziyaretçi yığınlarıyla doldurursa ne olacak? Müze ve ören yerleri kaç yıl dayanacak?
Öte yandan Türk vatandaşlarının müze ve ören yerlerinin uzağında durmasının bir nedeninin de ekonomik olduğunu biliyoruz. Şu anda bile müze ve ören yerlerini gezmek isteyen vatandaşlarımız oldukça yüksek miktarlarda ücret ödemek zorundayken, işletmelerin özelleştirilmesi durumunda vatandaşlarımızın kapıdan içeri girmesi mümkün olabilecek mi?
Yeni modelle işletmelerin özelleştirilmesi ve yönetsel sorunların böylelikle aşılmaya çalışılmasının getirdiği pek çok sakıncalar olacak. Bakanlığın böyle önemli icraatlara girişirken takındığı tutum ister istemez turizm profesyonellerinin zihinlerinde soru işaretlerinin oluşmasına neden oluyor.
Ören Yerleri için Özel Sektörle İşbirliği
Antalya’da yapılan “Türk Turizminde Yeniden Yapılanma ve Yeni Açılımlar Zirvesi”nde de kültür turizminin geliştirilmesi yönünde çeşitli öneriler gündeme geldi. Turizm yatırımcılarından gelen önerilerden biri dikkat çekici nitelikte. Öneri şöyle: Bugüne kadar hiç kazılmamış ören yerleri, talip olan yatırımcı gruplarına verilsin. Kazılar o firmanın tam desteği ile sürsün. Buralardan çıkarılan eserler, özgün tarihi dokusu içinde korunarak sergilensin, o ören yerinin tüm çevre düzenlemesi, bakımı, ziyaretçilere sunulacak hizmetler, birinci sınıf bir hizmet anlayışı ile bu firmaya yaptırılsın. Firma isterse o ören yerinin yakınına, çevre ve koruma kaygılarına uygun otel, restoran, kafeterya veya mağaza inşa edebilsin. Böylece bu çalışmadan tüm taraflar yararlanabilsin. Normal devlet bütçesi ile yakın zamanda kazılma olasılığı görünmeyen tarihi bir mekan gün ışığına çıkarılarak tarihi ve kültürel zenginliğimiz artsın, tarihten günümüze aktarılan bilgiler araştırmacılara, bilim adamlarına çalışmalarında ışık tutsun, ören yerine gelen ziyaretçi sayısı verilen kaliteli hizmet paralelinde artarak bu yatırımı üstlenen firma da ülkemizle birlikte kar etsin.
Antalya Turizm Zirvesinin sonuç bildirgesinde “Kültürel mirasın turizmi çeşitlendirme amacıyla turizme kazandırılması için özel sektör girişimciliğine olanak sağlayan yasal düzenlemelerin yapılması ve yeni cazibe merkezlerinin oluşturulması” maddesiyle yer alan bu öneri aslında oldukça yararlı. Ülkemizde, hala toprak altında bulunan sayılarla ifade edilemeyecek kadar çok heykel, mimari yapı, tiyatro ve benzeri tarihi, kültürel eserler var. Türkiye’de 20 bin höyük, 3 bin antik kent bulunmakta, 140 yerde kazı çalışması devam etmekte. Yani henüz bu zenginliklerin yüzde 5’i bile kazılmamış durumda. Bu tarihi, kültürel değerlerin yapılacak kazılarla dünya mirasına kazandırılması çalışmalarının maliyeti oldukça ağır, bu yüzden yıllardır bekleyen projeler var. Oysa özel sektöre, koruma kurallarına bağlı kalmak koşuluyla devredilecek bu kazılar sayesinde tarihi ve kültürel mirasımızın zenginliği daha kısa sürede gözler önüne serilebilir, çevre düzenlemeleri ve turistlere yönelik tesisler daha çağdaş bir görünüm kazanabilir.
Üstelik bu ören yerlerinin ziyarete açılması için kazıların bitmesini beklemeye de gerek yok. Kazılar sürerken, çalışmalar hakkında ziyaretçiler özel düzenlemelerle bilgilendirilebilir. İsrail’de yapıldığı gibi, arkeolojik kazı ekibinde yer alma organizasyonları bile düzenlenebilir. Bu tip turlara katılan turistler konuya ilgili olmaları nedeniyle yaptıkları işten gurur duyacak, kazdığı yerin tarihine, kültürüne sahip çıkacak, benimseyecek, tur sonrası ülkelerine döndüklerinde de eş ve dostlarıyla paylaştıkları bilgiler sayesinde ülkemiz topraklarındaki tarihi eserlerin tanıtımını son derece başarıyla gerçekleştirecekler. Kısacası ülkemizin tanıtım elçileri olacaklar.
Müze ve Ören Yerlerinin Beklemeye Tahammülü Yok
Karun Hazinesi’ne ait kanatlı denizatı biçimindeki altın broşun, Uşak Arkeoloji Müzesi’nden çalınıp yerine sahtesinin konmasıyla müzelerdeki güvenlik açığı bir kez daha gündeme geldi. Ülkemiz müzelerinde çok değerli kültür hazineleri sergileniyor, ancak gelişmiş teknolojilere dayalı güvenlik sistemleri ne yazık ki hala yeterli değil.
Müze ve ören yerlerinin değişmez sorunlarından olan temizlik, havalandırma, tuvaletler, mağazalar ve kafeler kültür turizmi hareketinin başladığı günlerde sürekli gündemde oluyor. Profesyonel turist rehberi meslektaşlarımızdan gelen şikayetler arasında yer alan ‘Efes Müzesi’ndeki kapalı tuvaletler’ sorunu bunun en güncel örneği diyebiliriz. Durumu yetkililere şikayet eden rehberlere “Tuvaletler arızalı değil, sadece bakım yapılıyor” gibi traji-komik açıklamalar yapılıyor. Turizm sezonu başlamadan yapılması gereken tadilat işleri hala sürüyor. Türkiye’nin en popüler müzelerinden Topkapı Sarayı Müzesi’nde de benzer bir sorun yıllardır var. Sadece girişte ve içerde iki ayrı noktada tuvalet bulunuyor; tuvalet kuyruğu hiç eksik değil, üstelik tuvaletleri temiz de bulamıyorsunuz. Günde binlerce turist ağırlayan Efes ve Topkapı gibi müzelerdeki bu tür bir aksaklığı turistlere nasıl açıklarsınız?
Müzeler ve ören yerlerindeki sorunlara bir başka örneği ise Perge antik kentinden verebiliriz. Gerek antik kentin girişinde gerekse içinde, yerlere açtıkları sergilerle o yöre ile hiç ilgisi olmayan ürünleri olur olmaz yöntemlerle satmaya çalışan yöre insanlarıyla ilgili sorun devam ediyor. Oysa Perge’nin otoparkına kurulacak çevreye uyumlu modern standlarla satıcıların uygar koşullarda ürün sunmalarını sağlamak çok mu zor?
Kültür turizminin merkezleri olan müzeler ve ören yerlerimizdeki hediyelik eşya ve mağaza sorunları da sürüyor. Bugün Türkiye’nin dört bir yanındaki onlarca müzenin içinde ya uygun bir satış mağazası yok ya da var olanlar yetersiz.
Tadilat yapılacak bahanesiyle kapıları ziyaretçilere kapatılan müzeler, tuvaletine girilemeyen, bahçeleri çöplük haline gelmiş ören yerleri Türk turizmine yakışmayan görüntüler oluşturuyor. Zarar gören mozaikler, çatlayan sıvalar, dökülen boyalar müzelerin sorunlarından yalnızca birkaçı.
2004 yılında yürürlüğe giren 5226 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” müzelerin yeniden yapılandırılmasını gündeme getiriyordu. Buna göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı, prehistorik çağlardan bugüne yaşamış uygarlıkların izlerine ev sahipliği yapan 19 müzeyi “Ulusal Müze” olarak belirleyecekti. Bütün bunlar konuşulan ama somut adım atılmamış düzenlemeler. Oysa müzelerin ve ören yerlerinin beklemeye tahammülü yok!
Müzelerimiz ve ören yerlerimiz bir an önce sağlıklı bir altyapıya kavuşturulmalı, gerekli düzenlemeler yapılmalı. Aksi takdirde turizmde sürdürülebilirlik, kültür turizminin geliştirilmesi konularındaki söylemlerimiz yalnızca sözde kalacak.
Kültür Varlıklarının Restorasyonu
Sanatsal, tarihi, arkeolojik önem taşıyan kültürel varlıklar, geçmişle günümüz arasında köprü kurarlar. Geçmişin izleriyle günümüze kadar gelen kültür varlıkları aynı zamanda geleceğin de yapı taşlarıdır. Taşıdıkları değerlerin insanlık için önemi, onların gelecek kuşaklara aktarılmasını zorunlu kılar. Bu durum, kültür varlıklarının fiziksel olarak korunmasının yanında, ait olduğu mekanda doğru yöntemlerle korunması kavramını da gündeme getirir.
Yaşadığımız coğrafya ne yazık ki barındırdığı zenginliklere rağmen talihsizlikler de içeriyor. Bu toprakların renkleri olan kültür varlıkları, yüzlerce yıldır bazen yasal bazen de yasadışı yollarla el değiştirmiş, özellikle son dönemlerde de turizme açılma bahanesiyle talan edilmiş ve tahribata uğramıştır. Kültür mirasının etkin bir biçimde korunması, bunların yenilenemeyen ve bir daha yerine konulamayacak sonlu kaynaklar olduğu gerçeğinin kabul edilmesi ile mümkündür.
Tarihi yapıların korunma yöntemlerine ilişkin sanat tarihçileri ve arkeologlar arasında görüş ayrılıkları dikkatimizi çekiyor. Bazı bilim adamları tarihi yapıları bulunduğu şekliyle olduğu gibi korumaktan yana görüş bildirirken, bazıları da o yapıya yeni malzemelerle yeniden yaşam vermenin mümkün olabileceğini savunuyor. Gerek turistlerin gerekse de yerel yöneticilerin bir çoğunun bakışının ikinci gruba yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Yüzlerce veya binlerce yıl önce inşa edilmiş tarihi yapılar günümüzde varolma savaşı verirlerken, günümüz teknoloji ve malzemelerini kullanarak onları hemen onarıp, eskisine benzer bir görüntüyle hemen ayağa kaldırıvermek düşüncesi ilk bakışta en akılcı yolmuş gibi görünüyor. Eski İstanbul Surlarını Çin Seddine benzeteceğini söyleyen yöneticiler günümüz malzemelerini kullanarak, eskiden kalan parçaları da gizleyip restorasyon adı altında çalışmalar yaparken bir de üstüne “İstanbul Surları Restorasyon İnşaatı” yazarak yaptıkları inşaatçılığı da belgelemiş oluyor. Bu durumda bizden sonra gelen kuşaklar konuyu farkettiklerinde iş işten geçmiş olacak ve herhalde eski surlara ulaşmak için bu defa da kazı çalışmaları başlatmak zorunda kalacaklar.
Bilim dünyasının bile mutabakata varamayacağı tarihi eserlerin korunma yöntemlerine ilişkin Perge Antik Kenti’nden örnek verelim isterseniz. Kazı Başkanı Prof. Dr. Haluk Abbasoğlu, tarihi eserlerin günümüze kalmış haliyle konsolide edilmesinin yani, günümüzün malzemeleriyle takviye edilerek yeniden canlandırılmasının sağlıklı olmadığını düşünüyor. Abbasoğlu, ortaya çıkarılan tarihi yapının ancak yüzde 80’lik kısmı ayaktaysa ‘tamamlanabilmesinin’ mümkün olacağını ifade ediyor; aksi takdirde tarihi yapıya takviye yapılacak yeni malzemelerin göze batabileceği, yapının özgünlüğüne zarar verebileceği görüşünde. Bu doğrultuda, örneğin Perge’deki günümüze ancak yüzde 35’i ulaşmış olan Helenistik kapı kulelerinin tamamlanması söz konusu olamaz elbette.
Bugün tarihi dokuları korumak adına iyi niyetle başlayan birçok girişim ne yazık ki tarihi korumaktan çok, kültürel mirasa zarar verici boyutlara ulaştı. Geçmişten aldığımız mirası geleceğe taşımak bizim asli görevimiz, bu mirası turizm malzemesi olarak kullanmayı planlarken taşıdığımız sorumluluğun bilincinde olmamız şart. Turizmde kullanılabilirliğin sınırı küçük detaylarda gizli.
Yok Eden Değil, Yaşatan Olalım!
Bergama Allianoi antik tedavi merkezi, tamamı günışığına çıkarılamadan su altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Ülkemizde sağlam kalabilmiş, hala kullanılabilecek sıcak suyu ile en büyük sağlık merkezi olan 1800 yıllık Allianoi, şifalı sular barındıran dünyanın doğa tarafından en iyi korunmuş ve en sağlam kalabilmiş sağlık yurtlarından. Fakat bu eşsiz dünya mirası Yortanlı Barajı’nın derinliklerine gömülecek.
Allianoi, halen 47 derece sıcaklığa sahip termal suyu ve etrafındaki antik sayfiye yeri ile eşi bulunmaz bir kültür turizmi durağı olabilir; hatta konuya duyarlı profesyonel turist rehberleri sayesinde oldu bile… Turistlere göre Alllianoi, Türkiye’de mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Bu antik tedavi merkezinin havasını soluyan, gördüklerinden çok etkilenen turistler Allianoi Girişim Grubu ve içinde rehberlerin de bulunduğu bazı sivil toplum kuruluşlarının barajın yapımının durdurulması için başlattıkları kampanyayı ülkelerine döndüklerinde destekleme sözü veriyorlar.
Turizmdeki en büyük değerimiz olan kültür varlıklarımız göz göre göre yok ediliyor. Oysa, bu antik kent gibi kültür varlıkları sadece ülkemizin değil, insanlığın ortak mirası, ortak geçmişi. Bu geçmişe sahip çıkmak, ülkemizin gönüllü kültür elçileri olan biz rehberler başta olma üzere herkesin görevi.
Peki bu katliamın önüne nasıl geçilebilir? Çözüm çok basit, Barajın yerini değiştirerek hem tarımsal ihtiyaçları karşılamak hem de kültürel mirası korumak mümkün.Yortanlı Barajı için hazırlanan projelerden ilki Allianoi’ye zarar vermiyordu, baraj göleti antik tedavi merkezin ortasından geçecek şekilde çizilmemişti. Neden bölgenin tarihi değeri gözetilmeden projede değişiklik yapıldı anlamak mümkün değil. Buradan yetkililere sesleniyoruz, Allianoi Girişim Grubu’nun sesine kulak verin; bu tarih katliamını durdurun, ilk projeye dönün! Ulusca yok eden değil, yeniden yaşatan olarak tarihe geçmek konusunda bir adım atalım!
Turist İstemiyor muyuz?
Kültür ve Turizm Bakanlığı, bayram ve resmi tatillerde ülkemizin en çok ziyaret edilen müze ve örenyerlerinden bazılarının kapalı olduğu günlerle ilgili duyurular yayınlıyor. Bu durum ülkemiz turizminde her zaman karşımıza çıkan ve yanıtını bir türlü açıklıkla veremediğimiz bir soruyu anımsatıyor: ‘Ülkemiz nasıl bir turizm icra etmek istiyor? Yoksa kendimize göre bir turizm anlayışı mı geliştirmek istiyoruz?’
Bu sorunun yanıtı kuşkusuz ‘uluslararası standartlarda bir turizm’ olmalıdır. Turizmde yükselmenin tek yolu evrensel kurallara uymaktan geçer. Dünya genelinde kültür turizmi hareketinin ana merkezleri olan müze ve örenyerlerinin turist trafiğinin yoğun olduğu dönemlerde, ülkede resmi tatil bile olsa, ziyarete açık tutulması esastır. Müzelerin kapanması kendimize göre bir turizm geliştiriyor olmamız anlamına gelir.
Üstelik müzeler, yerli turistlerin de uzun tatil yapma fırsatı bulduğu böyle dönemlerde gezilemeyecekse ne zaman gezilecek? Turizmcilerin bayramı, yılbaşı tatili, sömestir tatili yoktur, turizmciler 365 gün, 24 saat hizmet vermek zorundadır. Kültür turizminin önemli bir ayağı olan müze ve örenyeri çalışanları da turizmcidir, onların da tatili olmaz. Şimdi bu uygulamaya maruz kalan yerli ve yabancı turistlere ne açıklama yapılacak? Bu açıklamayı kim yapar? Turistleri müzelere değil de bayramlaşmaya mı götüreceğiz? Kısıtlı bir zaman dilimi içinde ülkemize tatil yapmaya gelen ve bu zaman diliminde kapalı olduğu için müzelerimizi gezemeyen ve iki gün boyunca gidecek yer bulamayan yabancı turistlerin edineceği Türkiye imajını düşünün. Bu tür uygulamalarla müze kapısından asık suratla dönen turistlerin ve bu olayı aktardıkları dost ve arkadaşlarının tepkilerini düşünebiliyor musunuz?
Bakanlıkça yürütülen Müzeler İç Hizmetler Yönetmeliği’nin Tatil Günleri Ziyarete Açık bulundurma başlıklı 18. maddesinde; “Tatil günlerinde, müzeler ve bağlı birimleri ziyarete açık bulundurulur. Bu durumda yeteri kadar personele fazla mesai yaptırılır. Dini bayramların ilk günü, müzeler öğleye kadar ziyarete kapalı tutulur” denmiştir. Yönetmeliklerde bayram tatillerinde ne yapılacağını bildiren böyle açık bir madde yer alırken, müzelerin hangi amaçlarla ziyarete kapatıldığını anlamak güç.
Tarihimizi Geri Verin!
Değişik yöntemlerle ülkemizden yurt dışına götürülen tarihi eserler uluslararası anlaşmalara rağmen iade edilmiyor. Kültür varlıklarının korunması için 1964 yılında yayınlanan Venedik Tüzüğü, 1970 UNESCO Sözleşmesi, 1998 yılında imzalanan Avrupa Arkeolojik Mirasın Korunması Sözleşmesi gibi uluslararası anlaşmalara rağmen, ‘kültür varlıkları yerinde güzeldir’ anlayışından uzak birçok ülke, Anadolu topraklarından çıkarılan tarihi eserleri geri vermemek için direniyor.
Oysa dünyada kültürel mirası koruma konusunun uluslararası anayasası olarak nitelenen 1964 tarihli Venedik Tüzüğü’nün 7. maddesi bu konudaki kuralı çok açıkça belirlemiş: “Bir kültür varlığı tanıklık ettiği tarihin ve içinde bulunduğu ortamın ayrılmaz bir parçasıdır. Kültür varlığının tümünün, ya da bir parçasının başka bir yere taşınmasına kültür varlığının korunması bunu gerektirdiği ya da çok önemli ulusal veya uluslararası çıkarların bulunduğu durumlar dışında izin verilmemelidir.”
Bu alanda çalışmalar yapan profesyonel turist rehberi meslektaşlarımızdan Etem Özgür Öztürk’ün konuyla ilgili tespiti şöyle;
“Osmanlı toplumunun kültür mirası bilinci, örneğin bir çocuğun para konusundaki bilincine benzer görülebilir. Kıymetinden habersiz, elinde bir tomar para taşıyan bir çocuğa, bir elma şekeri karşılığında elindeki kağıt parçalarını vermesini söylediğinizde, aslında çocuğun hayatına ve genel ekonomiye olumlu bir katkı yaptığınızı, o paraları çarçur etmesinin belki atmasının/kaybetmesinin vs. önüne geçtiğinizi iddia etmek ne kadar etikse, bu davranış da o kadar etiktir. Buradaki yegane doğru davranış, çocuğa o paranın kıymetini anlatmaya çalışmak, bunda başarısız olunduğu takdirde ebeveynleriyle görüşüp o parayı çarçur etmesinin önüne geçmeye çalışmaktır.
Zaten bu tip kaygılar sonucunda da başta UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) ve ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi) olmak üzere çeşitli uluslararası kurum, bu ebeveyn rolünü oynamak üzere Birleşmiş Milletler’e bağlı birimler olarak kurulmuşlardır. Şu anda başta İngiltere ve Almanya’nın, Türkiye ve Mısır gibi ülkelere karşı içinde oldukları tutum da “O zamanlar günümüzdeki uluslararası anlaşmalar yürürlükte olmadığından yaptığımız işler ‘suç’ sayılamaz, dolayısıyla bunlar artık bizim malımızdır” tutumundan başka bir şey değildir. Bir şeyin kanunen suç olmasıyla, vicdanen suç olması arasındaki farkı kendi lehlerine kullanmaktan çekinmeyen, çirkin bir tutumdur.”
Meslektaşımızın bu tespitine katılıyor, tarih ve koruma bilincine sahip olduklarını iddia eden bu ülkelerin Türk topraklarından çalınan eserleri iade etmelerini, insanlığın ortak mirasına saygı çerçevesinde hareket etmelerini diliyoruz. Bu konuda Kültür ve Turizm Bakanlığımızın yürüttüğü çalışmalara da rehberler olarak sonsuz destek veriyoruz.
Türkiye’den kaçırılan eserleri ve şu anda bulundukları ülkeleri saymamız gerekirse: Almanya’da Boğazköy Sfenksi, Bergama-Zeus Sunağı, Aphrodisias-İhtiyar Balıkçı Heykeli, Konya Beyhekim Camii Mihrabı, Hacı İbrahim Veli Türbesi, Troya eserleri (Troya eserlerinin önemli bir bölümü de Rusya’da bulunuyor); ABD’de Herakles Heykeli, Kumluca eserleri; Danimarka’da Diyarbakır Müzesi Sfenks Figürü, Akşehir Seydi Mahmut Hayrani Türbesi’ne ait sanduka, Cizre Ulu Camii kapı tokmağı; Avusturya’da Suben Sınır Kapısı’nda ele geçirilen eserler…
Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde Zeus Sunağı, Pergamon’dan Athena Tapınağı’nın kapısı, Priene Heykelleri ve Miletos’un Büyük Agora Kapısı bulunmaktadır. British Museum ise Ephesos’taki Artemis Tapınağı’na, Halikarnassos Mausoleionu’na ve Kshantos’un Harpyalar Anıtı’na ev sahipliği yapmaktadır.
Çekirdek Yiyerek Müze ve Ören Yeri Gezmek!
‘Elimizi her attığımız yerden tarih ve kültür fışkıyor’, ‘ülkemiz açık hava müzesi gibi’, ‘dünyanın en zengin tarihi mirasına sahibiz’ söylemleri bugün her önüne gelenin diline doladığı ifadeler oldu. Peki oldukça sık kullandığımız bu ifadelerin altını doldurabiliyor muyuz? Üzerinde yaşadığımız zengin kültürel mirasın ne kadar farkındayız? Toplumumuzda tarih ve turizm bilinci yeterince gelişmiş mi? Tarihi dokuyu korumakla yükümlü kurumlar ne yapıyor? Bu zengin mirası gelecek nesillere aktarma konusundaki tarihi sorumluluğumuzu yerine getirebiliyor muyuz?
Müze ve ören yerleri, her yıl ‘Müzeler Haftası’nın bazı günlerinde ücretsiz ziyarete açılması nedeniyle, bir iki günlüğüne yerli ziyaretçi akınına uğruyor. Dışarıdan bakıldığında bu sevindirici bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Hatta, “müze girişleri ucuz veya ücretsiz olsa halkımız daha fazla ilgi gösterecek, kültür mirasına sahip çıkacak” yorumunu yapabiliriz. Ancak ne yazık ki işin aslı böyle değildir. Müze ve ören yerlerini ziyarete gelen insanların tarihi dokunun içine girdikten sonra neler yaptığını görünce uğradığımız düş kırıklığını tarif edemeyiz. Yerli ziyaretçilerin çoğunluğunun yılda sadece 1-2 güne denk gelen ücretsiz ziyaret hakkını ören yerinde çekirdek yiyerek, heykellere tırmanıp fotoğraf çektirerek veya bahçede piknik yaparak değerlendirdiğini görürüz. Bu durumda kültürel mirasın öneminden, tarih ve kültür mirasına saygıdan söz etmek mümkün değil.
Tarih Kültür Bilinci Çocuk Yaşta Kazandırılmalıdır
Turist rehberleri olarak, grupları gezdirirken müzelerde çok sık öğrenci gruplarına rastlıyoruz. İlköğretim öğrencileri genellikle sıkılmış ve ilgisiz görünüyorlar. Karşılaştıkları her turiste ‘Hello’ diye seslenen, genellikle bu selamlaşma faslını turistleri rahatsız edecek düzeye ulaştıran öğrenciler, gezerken gördükleri tarihi ve kültürel değerlere ilgisizler. Bazen sayıları 50-60 kişiye kadar varan gruplarla gezdikleri mekanı anlamalarını onlardan beklemek zaten haksızlık olur. Çocuklar, doğaları gereği zaman zaman tarihi kalıntılara tırmanarak, koridorlarda koşturarak, yüksek sesle konuşarak, objelere dokunarak, kendi aralarında saklambaç veya kovalamaca oynayarak müze ve örenyeri geziyorlar. Bu durum çoğu zaman müzelerin diğer ziyaretçilerini rahatsız edecek düzeyde oluyor.
Peki ya onları bu mekanlara getiren öğretmenler, öğrencilerine gösterdikleri tarihi kalıntılarla ilgili ne kadar bilgili? Bu konuda bir formasyon almışlar mı? Milli Eğitim Bakanlığı, bu öğretmenlere bu konuda hizmet içi eğitim seminerleri düzenliyor mu? Biz turlarımız sırasında karşılaştığımız okul gezilerinde çoğu zaman bu öğrencilerin ne yazık ki yanlış ya da eksik bilgilendirildiklerine ya da hiç bilgilendirilmediklerine, dolayısıyla gezilerin işlevsizliğine tanık oluyoruz.
Bütün bu okul gezilerinin yoğun turizm döneminde, genellikle öğretim yılının son ayları olan Nisan sonu ve Mayıs aylarında yapılması ise en önemli sorun. Müze ve ören yerlerinin önünde rastladığımız okul otobüslerinin sayısı çoğu zaman turist otobüslerinden kat kat fazla. Günde binlerce ziyaretçiyi ağırlayan müzelerimizin bir taşıma kapasitesi yok mu?
Oysa tarih ve kültür bilinci çok erken yaşlarda, özellikle öğrencilik yıllarında oluşması gereken kavramlar. Bu yüzden okulların müze ve ören yeri gezileri gerçekten çok önemli. Müze ve örenyerlerini ziyaretçilere gezdirmekle görevli rehberler olarak, öğrencilerin bu gezilerden zevk almalarını, tarih ve kültür konularında bilgilenmelerini sağlayacak alternatif öğretim yöntemlerinden yararlanmalarının çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca, öğrencilerde tarih ve kültür bilinci ile birlikte çevre ve doğal yaşamı koruma konusunda da bilinç oluşturucu bir çalışmanın onların yaşamları boyunca davranışlarını etkileyeceğine inanıyoruz.
Bu düşüncelerle Turist Rehberleri Vakfı bünyesinde 2003 yılında başlattığımız Çocuk ve Müze Projesi kapsamında bugüne kadar binlerce ilköğretim öğrencisini drama ve pedagoji eğitimi almış profesyonel turist rehberleri eşliğinde, küçük gruplar halinde gezdirdik. Bu geziler sırasında öğretmenlerin de konu ile ilgili olarak ayrıntılı bilgilendirilmesine özen gösterdik. Amacımız, ilköğretim çağındaki çocuklara nasıl müze gezdirileceği konusunda örnek oluşturmak, tarih, kültür varlıkları ve doğal çevrenin önemini vurgulamak, kültür mirasımızın dünya kültür mirasının bir parçası olduğu ve korunması gerektiği bilincini yaygınlaştırmak. Proje koşullarımız elverdiği ölçüde genişletilerek sürdürülecek. Ancak, dileğimiz bu konuda duyarlı kurumların ve ilgili Bakanlıkların da çalışmaları desteklemesi. Ülkemizin sahip olduğu tarihi, kültürel değerler ve öğrenim çağındaki nüfus sayısı gözönüne alındığında, bu konudaki çalışmaların geleceğe yönelik çok önemli yatırımlar olduğu gözardı edilemez.
TURİZM VE PROFESYONEL TURİST REHBERLERİ
Dünya Rehberler Günü – Rehber Kimdir?
21 Şubat her yıl turist rehberliği mesleğinin kurumlaşmasına katkıda bulunmak, turist rehberinin imajını yükseltmek, halka bu meslek hakkında doğru bilgiler vermek ve grupların profesyonel yönetimi ile çevresel, kültürel mirasın korunabileceğini vurgulamak, rehberlerin üstlendikleri rolün öneminin farkında olmalarını sağlamak amacıyla “Uluslararası Turist Rehberleri Günü” olarak kutlanıyor. 1989 yılından bu yana tüm dünyada basın yayın kuruluşlarına yapılan duyurular, konferans ve broşürler, sergiler aracılığıyla kutlanan 21 Şubat, Dünya Turist Rehberleri Birliği WFTGA’nın önemli etkinliklerinden biri.
Peki turist rehberi kimdir? Kısaca dile getirelim:
Biz rehberler bilgiyi iletiriz. Ancak hiçbir tur bir diğerine benzemez. Bu nedenle turist rehberi her özel grup için yeni bir çerçeve oluşturur. Bilinenler arasından bir seçim ve değerlendirme yapar, gerekiyorsa grubun ihtiyaçları doğrultusunda bilgilerini yeniler, sorulan her soruyu en doğru biçimde yanıtlamak ister. Ülkemizin kültürel mirasını anlatırken duyduğumuz heyecan bulaşıcıdır, ziyaretçileri de sarıverir. Ancak uzun dönemli bir güven ilişkisi oluşturmak anlatılanları gerçeklikle ilişkilendirebilmeye bağlıdır. Bu nedenle turist rehberi dengeli, bilinebilirliğe dayalı yorumlar oluşturmalıdır.
Bir rehber konuşan bir kitap değildir. Anlatımı, vücut dili, görünümü, kişiliği ile bir bütün olarak turisti etkileme, ikna etme, ziyaret edilen ülke hakkında olumlu bir izlenim oluşturma şansına sahiptir. Turistin gereksinimlerini sezme, bunlara zamanında ve yerinde cevap verebilme büyük önem taşır. Hoşgörü, espri, dinleme ve topluluk önünde konuşabilme yeteneği, dışa dönüklük turist rehberinin vazgeçilmez nitelikleridir.
Nitelikli bir rehber, grubun güvencesidir. Grup adına kararlar alır, bu kararlarda nesnel olmaya çalışır, sorunları çözer. Turistin rahat ve iyi hissetmesini sağlar. Ancak sorumluluğu sadece seyahat edenlere yönelik değildir. Turist rehberi ziyaret edilen yerlerden sorumlu olmakla kalmaz, tur sırasında bağlı olduğu acenteye karşı da sorumludur. Turist konakladığı yerin ödediği para ölçüsünde donanımlı olmasını, ziyaret ettiği ören yerinin beklentilerini karşılamasını, hatta denize girecekse havanın güneşli, denizin sıcak vb. olmasını bekler. Beklentileri karşılanmadığında bunu ilk yansıttığı kişi turist rehberidir. Acentenin beklentisi ise turist rehberinin başarılı bir turun güvencesi olmasıdır. Turist rehberinden sorunları en aza indirmesi, hataları telafi etmesi beklenir.
Profesyonel turist rehberi, hukuka, yasalara, kurallara, geleneklere ve toplumca kabul görmüş uygulamalara saygılıdır. Sürekli eğitim ve kendini yenileme yöntemiyle kişisel gelişmesini kesintisiz sürdürür; sorumlu bir meslek tutumu geliştirir; ülke turizminin gelişimine katkıda bulunur; rehberlik mesleğinin tanınırlığını artırır; meslek imgesini korur ve itibarını yükseltir; mesleki dayanışmaya destek verir; rehberlik meslek etik ilkelerine ve uygulama kurallarına uymaya özen gösterir. Önyargılı davranış, bağnazlık, dar görüşlülük, incitici söz, davranış ve benzer tutumlardan kaçınır; rehberlik meslek örgütlerinin standartlarını korur ve yükseltir; kişisel çıkar ve bireysel nedenlerle yetkisini kötüye kullanmaz, haksız edim ile kazanç sağlamaz.
Turist rehberliğinin artan önemi tüm dünyada niteliği yükseltme çabalarını, seçme ve yetiştirme mekanizmalarını güçlendiriyor. Türkiye’de turist rehberlerinin profili ise bu açıdan oldukça çarpıcı bir nitelikte. Ülkemizdeki yaklaşık 9 bin profesyonel turist rehberinin yüzde 80’i yüksekokul, üniversite ya da lisansüstü düzeyde eğitimlidir.
Türkiye’nin tanıtımında çok önemli bir konuma sahip, böylesine seçkin bir kitle olan turist rehberlerinin bugün hala Bakanlık tarafından yetersiz kaldıkça yeni maddeler eklenen bir yönetmelikle yönetilmesi bu niteliklerle tezat oluşturuyor. Rehberliğe, hukuksal anlamıyla “meslek” niteliğini kazandırmak hem ulusal yararlar hem de rehberlerin yararları gözönüne alındığında kaçınılmaz.
Çalıştaylar ve Rehberlerin Durumu
Turist Rehberleri Birliği TUREB’in kuruluşundan bu yana hedefi, turist rehberlerinin ortak sorunlarını saptamak, çözüm önerileri oluşturmak, meslek kuruluşları arasında işbirliği ve koordinasyon sağlamak oldu. Bunu yaparken de, akademisyenlerin, meslektaşlarımızın ve ülkemizin turizm politikalarına yön veren Bakanlığımızın görüşlerine başvurmayı veya birlikte çalışmayı hiçbir zaman ihmal etmedik. Yaptığımız bütün faaliyetlerde bu üçlü dengeyi korumaya çalıştık ve bunu başardığımıza da inanıyoruz. Bu çerçevede, geçmiş yıllarda başta Ankara, Çeşme, İstanbul olmak üzere birçok bölgede çalıştaylar düzenledik. Çalıştaylarımızda turist rehberliği eğitimi, çalışma koşulları, sorunları ve çözüm önerileri ele alındı.
Bu çalıştaylardan TUREB’in ev sahipliğinde Kültür ve Turizm Bakanlığı, TUREB ve Balıkesir Üniversitesi işbirliğiyle gerçekleştirilen ‘Turist Rehberliği Çalışma Toplantısı’, oldukça verimli geçti. Bakanlık’tan Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü’nün temsilcileri ile üniversitelerin rehberlik bölümleri öğretim üyeleri ve meslek örgütü yöneticilerinin katıldığı çalıştayda, rehberlik eğitimi enine boyuna tartışıldı. Burada görüşülen konuların, bir rapor haline getirilerek, Kültür ve Turizm Bakanlığı, meslek kuruluşları, YÖK ve turist rehberliği eğitimi veren üniversitelerin rektörlüklerine iletilmesi kararı alındı.
Raporun en önemli kısmı, mesleki eğitimle ilgili olan bölüm oldu. Rehberlik eğitiminin 2 yıllık meslek yüksek okullarından ziyade 4 yıllık lisans düzeyinde yürütülmesi önerilirken, ülkemizin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde gerekli olacağı düşünülen yeniden yapılanmasında, 2005 yılında yürürlüğe giren Profesyonel Turist Rehberliği Yönetmeliği’nin de öngördüğü gibi, bölgesel ve ülkesel rehberler yerine artık yalnızca “ülkesel” rehber yetiştirilmesi, sözü edilen Yönetmelik’te olduğu gibi, 4 yıllık lisans düzeyinde eğitim ve bunun devamında da üniversitelerin mevzuatında yer alan “bilim uzmanlığı” kapsamında yüksek lisans düzeyinde, değişik alanlarda uzman rehber yetiştirilmesi, mesleği yapmak isteyenlerin mesleğe kabul edilmesi öngörüldü.
Öte yandan rehberlik eğitimi görenlerin, muhasebeciler ve mühendisler örneklerinde olduğu gibi, mesleğe kabul şartlarını yerine getirmedikçe bu mesleği icra edememesi, Bakanlık, TUREB ve üniversite temsilcilerinden oluşacak ortak bir komisyon kurulması ve bu komisyonun onayıyla rehberlik eğitimini tamamlayanlara, mesleği icra edebilmesi için belge verilmesi ve bu belgeyi alamayanların rehberlik eğitimi görse bile rehberlik mesleğini yapamaması konusu karara bağlandı.
Yıllardır turizm sektöründe yapılan toplantıların aşağı yukarı hepsinde, yapılan şuralarda, çalıştaylarda, katılımcı olduğumuz platformlarda, profesyonel turist rehberleri ile ilgili bir Meslek Yasası’nın çıkarılması konusunun gerekliliği gündeme gelir, sonuç raporlarında hep yer alır. Rehberlerin sektör içindeki öneminden söz edilip, bu binlerce kişilik camianın çalışmalarının düzenlenmesi için bir meslek yasasına ihtiyaç duyulduğu ifade edilir. Hatta rehberlerle ilgili meslek birlik yasası, hükümet programında bile yer almıştır. Ancak, bir türlü sonuç alınacak adım atılmadı.
Bakanlığın Açtığı Rehberlik Kursları
Kültür ve Turizm Bakanlığı, turist rehberliği için kurslar açtığını gazete ilanları yoluyla kamuoyuna duyurarak sık sık bize sürpriz yapıyor. Pek çok kentte açılan bu kurslar, bize göre ‘işsiz rehberler’ ordusuna yenilerinin ekleneceği haberini veriyor. Belgeli ve deneyimli rehberlerin büyük çoğunluğu iş bulamazken birkaç aylık kurslar açıp yeni işsizler yetiştirilmesinin mantığını anlamıyoruz.
Bu kursların gerekliğini savunanlar Korece, Çince veya Farsça gibi dillerde rehber açığı olduğunu iddia edebilirler. Biz de onlara Türkiye’ye gelen her turistin kendi dilinde rehber bulabileceği garantisini verme lüksümüzün olmadığını hatırlatmak isteriz. Diğer ülkelere seyahat için giden Türk turistlerin neredeyse hiçbirine gittikleri ülkelerde Türkçe konuşan yerel rehber verilmediğini, piyasa koşullarının kendi kendini belirlediğini lütfen unutmayalım.
Bütün bunları bir yana, turist rehberlerinin yetiştirilmesinde var olan eşitsizliği nasıl anlatacaksınız? Bugün Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın açtığı 6 aylık rehberlik kurslarına katılanlar da, üniversitelerin Rehberlik Meslek Yüksekokulları’ndan mezun olanlar da bu mesleği icra ediyor. Bir yanda 4 yıllık bir eğitim alanlar varken, diğer yandan 6 aylık kursla aynı mesleğe eleman yetiştirilmesi eşitlik ilkesine aykırı, rehberlik mesleğini sadece 4 yıllık ilgili bölümleri bitirenler yapabilmeli.
Ülkemizde turist rehberlerinin seçimi ve eğitimi bugün halen yönetmelikler çerçevesinde oluşturulmuş standartlara bağlı olduğundan, Rehberlik Meslek Yasası çıkmadıkça sorunlar yumağı gittikçe büyüyor. Turist rehberliği mesleğinin sektör içinde tam etkin yerini alabilmesi ve kamuoyunda imajının doğru tespit edilebilmesi için lisans düzeyinde 4 yıllık eğitim zorunlu kılınmalı, artık 6 aylık kurslarla rehber yetiştirmeye ivedilikle son verilmelidir. Şunun altını tekrar çizerek belirtelim ki ülkemizde dokuz bini aşkın sayıda turist rehberi yetiştirilmiştir. Şu an var olan toplam rehber sayısı, talebi rahatlıkla karşılayacak orandadır!…
Üniversiteler ve Sektör İlişkileri
Turizm sektörüne eleman yetiştirmek amacıyla açılan okul sayısı her geçen gün artmakta. Turizm alanında lisans düzeyinde eğitim veren 4 yıllık bölümlerin sayısı 20’nin üzerinde; 2 yıllık meslek yüksek okullarının sayısı ise 30’u aştı. Bu bölümler her yıl binlerce öğrenci almasına karşın, ülkemize gelen turistlere hizmet edecek kalifiye eleman bulma konusunda sektör büyük sıkıntı yaşamakta.
Ülkemizde icra edilen her meslekte olduğu gibi turizmde de alaylı/mektepli ayrımı sıkça yapılmaktadır. Günümüzde turizm sektöründe çalışan üst düzey yöneticilerin çoğu turizm eğitimi değil de işletmecilik gibi alanlarda eğitim almış kişilerden seçilmektedir. Yeni yeni üniversitelerin ilgili bölümlerinde açılan programlarla bu alana yönetici yetiştirilmekte, sektördeki ‘mektepli’ yönetici sayısı yavaş yavaş artmaktadır.
İşe alımlarda ön planda tutulan kriterler arasına yeni girmeye başlayan ‘Turizm işletmeciliği’ bölümünün tanınmamasında hem turizmcilerin, hem de sektör temsilcilerinin hataları olduğunu vurgulayan İstanbul Üniversitesi İktisadi Bilimler Fakültesi Turizm İşletmeciliği öğretim üyesi Prof. Dr. Şükrü Yarcan, bakın bu konuya ilişkin neler söylüyor:
“Turizm işletmeciliği bölümünün tanınmamasında turizm sektörlerinin kendilerini bütünsel olarak eğitim sektörüyle bağlantılı olarak görmemesinin payı var. Tabii bu kısmen okullardan da kaynaklanıyor. Yani üniversitelerin yeni bölümleri kendilerini daha çok tanıtabilmeli. Eğitimcilerin sektörle bağlantısı yok. Bu öncelikle eğitimcilerin turizm endüstrisindeki bağlantılarıyla söz konusu olabilir. O bağlantılar olmayınca o okulu turizm endüstrisinin çeşitli sektörlerine kim tanıtacak? Okul için ayrı bir PR şirketi mi kurulacak? Aslında, bunu yapacak olan üniversitede görevli olan öğretim elemanlarıdır.”
Öğretim elemanlarının anlattıkları konuları sadece teorik olarak bilmelerinin yeterli olamayacağını, bu konuları bireysel olarak yaşamaları gerektiğini, bu yaşamışlık sayesinde de sektörü güncel olarak takip edebildikleri zaman bağlantı kurabileceklerini vurgulayan Yarcan’a katılmamak mümkün değil. Üniversitelerimiz ve turizm sektörü arasındaki ilişkilerin çok iyi düzeyde olduğu söylenemez. Turizmde çalışmak için günümüzde, iyi yabancı dil bilmek, iyi bir liseden veya üniversiteden mezun olmak yeterli olabiliyor. Oysa bu yeterli olmamalı.
2 yıllık yüksekokul mezunlarının okula olan bağımlılıklarının çok fazla olmadığını ama 4 yıllık mezunların çeşitli sektörlerde bir şekilde çalışmaya başladıklarında bu yapının değişmekte olduğunu gördüğünü belirten Yarcan’ın bu konuda, turizm öğrencilerine bazı tavsiyeleri var: “Staj yaptıkları işletmelerden başlamak üzere ne kadar iyi bir eğitim almış olduklarını göstermeliler. Öğrenciler kendilerini ne kadar iyi tanıtırlarsa, sektörde de alaylı/mektepli ayrımının ortadan kalkması için o kadar etkili olur.”
Turizm alanında eğitim veren üniversiteler ile sektör kurumları arasındaki ilişkilerin çok daha yakın olması gerekir. Bunun için hem eğitimcilere, hem de sektör temsilcilerine ayrı ayrı görevler düşüyor. Eğitimciler gerekirse otel otel, acente acente gezip bölümlerini tanıtmalı, yeni verecekleri mezunların donanımları ile ilgili sunumlar yapmalı; sektör kurumları da aynı şekilde üniversitelerle bağını hiç koparmadan, birebir iletişimi hiç kesmemelidir. Bu ilişki, genç ve pırıl pırıl turizm mezunlarının kendi alanlarında çalışıp yükselebilmesi için güçlü bir zemine oturtulmalıdır. Turizm işletmecisi diplomasını almış bir kişi nasıl oluyor da doktor, avukat olamıyorsa bir doktor veya avukat da turizm işletmecisi olmamalıdır.
TURİZMDE ÖRGÜTLENME
TOBB ve Sektör Meclisleri
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TOBB’da ‘Turizm Sektör Meclisi’nin ardından ‘Türkiye Seyahat Acenteleri ve Rehberler Meclisi’nin kurulması birçok soruyu da beraberinde getirdi. TOBB’da toplanan turizmcilerin kendi meslek yasalarının çıkmasını engelleyen bir kurumun çatısı altına nasıl girebildiği soruldu. Evet, TOBB turizm meslek birlikleri yasasının çıkmasını engellemiştir, günümüz koşullarında ülkemizde her önüne gelen meslek grubunun bir birlik oluşturması fikrine sıcak bakmamaktadır. TOBB’a göre bu dağınıklık demektir ve dünyada örneği yoktur. Bölünme yerine kuvvetli ve büyük bir çatı olan TOBB’un altında güçbirliği yaparak sorunlara çözüm aranmalıdır. TOBB, bütün bunları ileri sürerken muhtemelen üye, dolayısıyla güç kaybetmekten çekinmektedir. Turizm sektörünün konaklama kesimi, yani turistik otelciler, işletmeciler ve yatırımcılar zaten TOBB’un üyesidir; milyar doları aşan yatırımlara sahip konaklama sektörü büyük bir güçtür ve elbette TOBB bu gücü kendi kanatları altında tutmak istemektedir. Turistik Otelciler Yasası’nın çıkması demek otelcilerin ve yatırımcıların TOBB’dan kopması anlamına gelecektir. TOBB bunu göze almamaktadır.
Öte yandan otelciler TOBB’un üyesi olmalarına rağmen meslekleriyle ilgili denetleme, belgelendirme vb. birçok konuda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kontrolü altındadır. Bir diğer deyişle günlük işleri açısından daha çok Kültür ve Turizm Bakanlığı ile muhatap olmak zorunda olan otel işletmecileri, Bakanlıkta çözüm bulamadıkları sorunlarına TOBB’da çözüm aramayı tercih etmektedirler. TOBB bünyesinde yapılan işler, alınan kararlar ister istemez TOBB ile Bakanlık arasında bir yetki karmaşasına neden olabilecektir.
Turizm sektörü içinde yasal statüye sahip tek kesim olan seyahat acentelerinin de TOBB’un bünyesindeki sektör meclisinde yer almasında otelciler konusunda yaşanan karmaşaya ek olarak bir başka sıkıntı daha var. İşleyiş açısından aynı otelciler gibi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kontrolünde olan seyahat acentelerinin aslında yasayla kurulmuş kendi birlikleri var ve bu birlik de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı. Yetkiler konusunda tam bir karmaşa yaşanması kaçınılmaz.
Peki turist rehberlerinde durum nedir? Bugün Türkiye’de var olan 9 binin üzerinde rehberin çalışma koşulları otelci ve yatırımcı kesime göre çok farklı. Rehberlerden ‘tacir’ statüsünde olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Aslında profesyonel turist rehberleri TOBB’un üyesi olabilecek statüde değiller. Yani bugün rehberlerin ısrarla talep ettikleri meslek yasalarının aslında TOBB’u ilgilendiren bir yanı yok. Çünkü rehberler zaten TOBB üyesi değiller.
Ancak, verdikleri hizmet nedeniyle turizmde önemli bir rol sahibi olan profesyonel turist rehberlerinin yer almadığı bir turizmciler meclisi olamayacağına göre, rehberler de her zaman özel statülerle turizm meclisleri ve platformlarında bulunmuşlar ve bulunmaya devam edeceklerdir.
TOBB’un çatısı altında daha önce kurulmuş olan ‘Turizm Sektör Meclisi’nde ve yeni kurulan ‘Türkiye Seyahat Acenteleri ve Rehberler Meclisi’nde de rehber meslek örgütünün temsilcileri yer almaktadır.
TOBB’da Neden İki Turizm Meclisi Var?
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bünyesinde kurulan ‘Turizm Sektör Meclisi’ aslında yeni bir yapı değil, bu Meclis zaten yıllar önce kurulmuştu. Buna ek olarak TOBB’un altında turizm sektörüne ilişkin ayrı bir meclis daha kuruldu. ‘Türkiye Seyahat Acenteleri ve Rehberler Meclisi’nin kurulmasıyla ülkemizin turizm politikalarını belirleyen Kültür ve Turizm Bakanlığı ile TOBB arasındaki ilişkilerde yeni bir dönem başlıyor. Peki TOBB’un bünyesinde neden turizmle ilgili iki ayrı meclis var?
Bu bölünmeye ilişkin ilk yapılacak yüzeysel yorum kuşkusuz ‘güç çatışması yüzünden bölündüler’ olacaktır. ‘Acenteciler ve rehberler, otelcilere karşı birleşti’ yorumu yapanlar bile çıkacaktır belki de. Oysa durum bu kadar basit değil. Bize göre TOBB’un altında böyle iki farklı örgütlülüğe gidilmesinin temel nedeni ülkemiz turizminin izlediği yol.
Bugün uygulanan turizm politikalarından yakınan turizmciler tamamen kendi stratejileriyle, başlarına buyruk bir şekilde yönlerini bulmaya çalışıyorlar. Ülkemizde turizm sektörüne yatırım yapanların bir kısmı, işe başlamadan önce yaptığı pazar araştırmaları sayesinde turizmden önemli gelir elde eder hale gelmiş. Ancak bir kısım var ki, hiçbir pazar araştırması yapmadan turizme girmeye çalışmış, bu sektördeki bazı tahsislerden, indirimlerden, teşviklerden yararlanmak için yola çıkmış. Hele hele oranı küçük olsa da bir kısım turizm yatırımcısı daha var ki, onlara hiç değinmeyelim şimdi!
Bunların sonucunda turizmde bir dağınıklık, politikasızlık almış başını yürümüş. Her kesimden turizmcinin bulunduğu toplantılarda bu dağınıklık çok göze çarpar nitelikte. Binlerce yatak kapasitesine sahip tesislerini doldurmanın yolunu arayan turizmcilerden bir kısmı ne yazık ki, tüm sektöre zarar verecek yöntemleri seçmekten geri kalmamış, rakiplerle rekabet etmenin en kolay yolu olarak fiyat kırma yöntemiyle turist çekmeye çalışarak ülke turizminin kalitesinin düşmesine neden olmuştur. Zincirleme yanlışlar birbirini kovalamış, kitle turizmine haddinden fazla yüklenmenin sonucunda ülke tanıtımımızda hala doğru bir yöntem belirlenememiştir. Oysa acenteciler ve özellikle profesyonel turist rehberlerinin Türk turizmine bakış açısı bundan biraz daha farklıdır. Rehberler, Türk turizminde kültür turizmine ağırlık verilmesi gerektiğini bulundukları her platformda dile getirmeye çalışmakta, hatta gerektiğinde sektör içinde ‘sivri dilli’ olmayı göze alarak, kitle turizmine sınır konması gerektiğini üzerine basa basa söylemektedir. Newspaper Columns by Serif Yenen
İşte TOBB’un altında iki tane turizm sektör meclisinin kurulmasının ana nedeni budur. Konaklama kesiminin sorunları tüm bu yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü gittikçe büyümüş, acentecilerin ve rehberlerin alanlarının dışına taşan boyutlara ulaşmıştır.
Bu sektör meclislerinin beraberinde getirdiği bir başka soru da TOBB ile Kültür ve Turizm Bakanlığı arasındaki ilişkinin bundan sonra nasıl yürüyeceğidir. Bu iki turizm sektör meclisinin aldığı kararların uygulayıcı mercii neresi olacak? Her iki kurum arasında bir güç çatışması söz konusu olabilir mi? Bakanlık, bugüne kadar ülke turizm politikalarının belirlenmesinde tek söz sahibiydi. TOBB’da örgütlenen turizmcilerin aldığı kararlar Bakanlık paralelinde mi, yoksa Bakanlık görüşlerine zıt kararlar mı olacak?
Turizm Konseyi veya Turizm Üst Kurulu
Türk turizminin yeni bir yapılanmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Bu yeni yapılanmanın da ‘konsey’ veya ‘üst kurul’ çatısı altında gerçekleştirilebileceğine inanıyoruz.
Ülke turizminin kötüye gittiğini her fırsatta açıkça dile getirmekten çekinmedik. Ülkemize gelen turist sayısının her geçen yıl artması genel tablonun iyi olduğu izlenimi vermesine karşın bizce durum hiç iç açıcı değil. Yanlış turizm politikalarımız ve yalnızca gelen turist sayısını arttırma konusuna odaklanmamız yüzünden tehlikeli bir yola girmiş bulunuyoruz. Gelen turist sayısı artıyor ama bu sayı artışı kültürel yozlaşmadan tutun, çevre faktörüne kadar sürekli turizme zarar verici boyutta gerçekleşiyor. Böyle giderse çok kısa bir süre sonra hem kültürel hem de doğal rezervlerimizi tüketmiş olacağız. Kısacası turizmde bindiğimiz dalı kesmekteyiz, turizmi ne yazık ki sürdürülebilir şekilde gerçekleştiremiyoruz.
İşte bu düzensizliğe dur demenin vakti gelmiştir. Bu da ancak doğru örgütlenme ve doğru aktörler tarafından doğru politikalar üreterek mümkün olabilir. Turizm sektörü kurum ve kuruluşları arasında güç birliği yapılsa, sektörü doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen herkes bir araya gelse, sorunlara ortak çözümler üretilse, var olan enerji tek noktada toplansa her şey ne kadar güzel olacak. Bunun için Turizm Konseyi önemli.
Öte yandan Konsey kurulurken dikkat edilmesi gereken önemli noktalar var. Bunlardan en önemlisi bize göre konsey çatısı altında hangi kurumların temsil edileceği konusu. Konsey, Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) başta olmak üzere rehberler, otelciler, havayolu şirketleri, turizm birlikleri ve meslek odaları da dahil olmak üzere turizm sektörünün tümünü kucaklayan bir yapıda olmalı. Kurulda, toplam 15-20 üye bulunacaksa bu üyelerin dağılımı tüm meslek örgütlerini kapsayacak şekilde düzenlenmeli. Sektörün tümünün dengeli bir biçimde temsil edilmediği bir yapılanma Konseyin amacına ters düşecektir. Bakanlık burada, bir orkestra şefi gibi davranmalı, kurumlararası uyumu sağlayıcı bir yapıya bürünmelidir; Türkiye’nin turizm gücünü tek bir havuzda toplaması için turizmcilere yol açmalıdır. Ancak o zaman elbirliğiyle turizmde özlenen gelişmeler sağlanabilir.
Konseyin; yasal altyapısı da bir başka önemli konu. Bu yeni yapılanmanın yaptırım gücü olabilmesi için yasalarla desteklenmesi gereklidir. Aksi takdirde ‘tavsiye niteliğinde kararlar alabilecek’ bir kurum olmaktan öteye gidemeyecektir. Böyle bir kuruma da Türk turizminin hiç ihtiyacı yoktur.
Gelişen Turizm ve Turist Rehberleri Federasyonu
Turizm sektörü her geçen gün büyüyor, bu hızlı büyüme sektör içinde bazı bileşenlerin dengelerinde de değişikliklere neden oluyor. Konaklama sektörüne yapılan yatırımlar her yıl katlanarak artarken tur operatörü, seyahat acentesi, havayolu şirketi ve profesyonel turist rehberi sayısı da artıyor. Bu büyüme çok büyük ivmeyle gerçekleştiği için kaçınılmaz olarak bazı sorunları da beraberinde getiriyor. Özellikle altyapı alanındaki eksiklikler başı çekerken, sektör içinde yer alan irili ufaklı, farklı konumda meslek örgütlerinin statüleri de önemli sorunlar arasında yer alıyor…
Profesyonel turist rehberleri olarak biz de bu statü sorununu yaşayanlardanız. 1998 yılında iyi niyetli bir girişim olarak imzalanan bir protokolle TUREB-Turist Rehberleri Birliği’ni kurmuş, 2002 yılında da protokolu yenileyerek daha sağlam temellere oturtmuştuk. Ancak zaman içinde aramızda oluşan kritik konularda görüş ayrılıkları nedeniyle bu protokol ne yazık ki etkinliğini kaybetti. Ortaya çıkan olumsuz tabloya son vermek için yepyeni yollar aramaya başladık. Tüzel kişiliğe sahip bir örgütlenme modeline ihtiyacımız olduğunu görerek tüm rehber örgütlerini bir çatı altında toplayan bir dernek kurmak üzere çağrı yaptık ve yedi örgütün yöneticilerinin katılımıyla isteğimizi gerçekleştirdik. Bu, tüzel kişiliği ve kanuni yaptırımı olan örgütlenme yolunda bizim için ilk basamaktı. İkinci önemli basamağımız ise tüm dernekleri çatısı altında toplayan bir Federasyon kurmaktı. Kuruluşu 6 Mart 2007 tarihinde gerçekleşen Profesyonel Turist Rehberleri Dernekleri Federasyonu ‘TUREF’de yedi ildeki rehber örgütleri biraraya geldi.
TUREF’in öncelikli hedefi, turist rehberliğinin bir “meslek” olarak tanınmasını, mesleki sorunları giderecek bir rehberlik meslek yasasının çıkarılmasını sağlamak. Profesyonel turist rehberleri arasında mesleki dayanışmayı ve birliği sağlamak, rehberlik mesleğinin etkin ve saygın bir yapıya kavuşması için çalışmak da amaçlarımız arasında. Öte yandan bu federasyon, esnaf odası üyesi olamadığı için bugüne kadar mevzuat gereği yok sayılan, temsil sorunu yaşayan binlerce rehberi bünyesinde barındıran profesyonel turist rehberi derneklerimizin Kültür ve Turizm Bakanlığı nezdinde temsil edilmesini amaçlıyor.
Meslek Örgütlerinin İçişleri
Meslek örgütleri ve onların yönetim kurullarının öncelikli amaçlarından biri, o mesleğe ilişkin ortak sorunları saptamak ve bu sorunlara çözüm getirmek olmalıdır.
Amaca giden yolda, diğer meslek kuruluşları ile sürdürülen ilişkiler çok önemlidir. Özellikle turizm gibi geniş kapsamlı bir sektörde, çözüm için sektörün tüm bileşenlerinin uyum içinde olması zorunludur; çünkü pek çok sorun ortaktır. Her meslek birliği kendi içinde strateji geliştirirken, diğer meslek örgütleri ile dayanışma içinde olmalıdır. Özellikle aynı mesleğin farklı temsilcileri arasında uyumlu bir ilişki kurulması gerekir. Çünkü bazı durumlarda bir kurumun, aynı mesleğin sorunlarına çare ararken tek başına çözüme ulaşması mümkün olmayabilir veya aynı amaçla farklı örgütlerin, farklı stratejiler izlemesi olumsuz sonuç alınmasına neden olabilir.
Makam ya da mevkinin insanlar nezdinde ne kadar prim yaptığı bilinen bir gerçektir. Meslek kuruluşlarının temsilcileri, konumları itibariyle kişisel hırslarından çok temsil ettikleri camianın önceliklerini düşünmekle yükümlüdür. Temsilciler, kendilerine verilen görevleri hakkıyla yerine getirme sağduyusuna sahip olmalıdır.
Her kurum önce kendi üyelerinden sorumludur. Ancak gerektiğinde mesleğe ilişkin ortak sorunlarda diğer örgütlerle birlikte hareket etmeli ama hiçbir örgüt diğerlerinin içişlerine karışmamalıdır. Diğer örgütlerin yönetimlerine müdahale etmek etik dışıdır.
Turizm sektörü meslek birliklerinin birbiriyle paralel çalışmasına son örnek 1618 Sayılı Seyahat Acentaları ve Seyahat Acentaları Birliği Kanunu’nda değişiklikler öngören kanun teklifi öncesi çalışmalarda ortaya çıkmıştır. Rehberlerin meslek örgütü TUREB, acentecilerin meslek örgütü TÜRSAB’la aynı masaya oturmuş, sağlıklı bir diyalog geliştirerek her iki meslek grubunun da yararına olacak biçimde çalışmıştır.
TÜRSAB bünyesinde oldukça faydalı çalışmalar yapan TÜRSAB Kültür Komitesi’nin temelinin TUREB’in girişimleriyle atılmış olmasından ayrıca gurur duyuyoruz. ‘Türkiye turizminin genel sorunları içerisinde kültür turizminin yeri’ konusunu tartıştığımız bir toplantının sonunda oluşan böyle bir komite kurulması fikrini aynı zamanda rehber olan meslektaşımız ve büyüğümüz Faruk Pekin, TÜRSAB’a götürmüş ve bu komitenin kurulmasına öncülük etmiştir. Kurulduğu günden bu yana kültür turizminin geliştirilmesi için çalışmalar yapan, bu alandaki sorunlara çözüm aramak için girişimlerde bulunan komite, kültür turizmi odaklı çalışan rehberler için faydalı çalışmalara imza atmıştır ve atmaya devam etmektedir.
TURİZMDE İSTİHDAM
Turizm sezonu bitti, işten çıkarmalar başladı
Yoğun turizm sezonlarının ardından turizm yatırımcıları için olduğu kadar çalışanları açısından da zor günler geliyor. Deniz, kıyı turizminden beslenen büyük işletmeler ya personel adedini minimuma indirerek açık kalma savaşı veriyorlar ya da tamamen kapılarını kapıyorlar. Ülkemizin şu an sürdürdüğü turizmin kaçınılmaz sorunu bu. Binlerce turizm emekçisi sezon sonunda işsiz kalıyor. Turizmciler Zirvesi’nde bu duruma çözüm getirmek amacıyla turizmde özellikle istihdamla ilgili vergilerin düşük sezonda azaltılması ve işsizlik sigortası uygulaması ile işletme sahiplerinin yükünün hafifletilmesi konusu gündeme gelmişti. Maliyetlerin azalmasıyla kapanmamayı sağlayan işletmeler düşük sezonlarda da belli programlar çerçevesinde turist getirmeye çalışacaklardır. Turizmimiz, geçmişte uzun soluklu ve dört mevsime yayılan turizm stratejileri uygulanmaması nedeni ile bugün en fazla yedi sekiz aylık bir zaman dilimiyle sınırlandırılmış durumdadır. Ancak ülkemizin kültürel, doğal ve tarihi değerlerinin zenginliği iyi bir planlama ile bu kısır döngüden çok kısa sürede kurtulabileceğimizin güvencesidir. Sürdürülebilirlik ilkesi gözönünde tutularak, kültür turizmine ağırlık verilerek yapılacak planlama ile turistlerin tatil, seyahat konusunda bir değil birkaç ülkeden beklentilerinin tümünün ülkemizde karşılanması mümkün olacaktır. Newspaper Columns by Serif Yenen